Salı, Haziran 26, 2007

AHL

Uyarı: Yazı hunharca yazıldığı için anlam kaymaları ve bütüsel kopukluklar içeriyor olabilir, hatta direkt içeriyordur.

İstanbul'u eskiden severdim. Geçen sene gittiğimde ise aşık oldum. Bunun büyük oranda orada "turist" sıfatıyla bulunmuş olmamla ilgisi var bence. Gerçi geçirdiğim 7 gün içinde "büyük" kelimesinin yalnızca benim Antalya'da asla bulamadığım "büyük, özellikle kültürel faaliyetler olarak zengin yer" anlamı yaşımadığını "taşı toprağı bok oldu" sözünün gerçeklediğini gördüm. Yine de hastası oldum İstanbul'un. Güzellikleri, büyüklüğü, Beyoğlu'su, Nevizade'si, vesairesi. Şunu da anladım oradayken. Bir gün, kaçarı yok, geleceğim orada geçecekti. Ayrıca yine anladım ki orada adam gibi yaşamak için ya turist olmak ya da günlük hayatta bir turistin ekonomik özgürlüğüne sahip olmak gerekli. Yoksa misal, sırf Akbil denen şey ağzıma s.çmıştı.. Ve ben bir daha gidiyorum İstanbul'a. Ancak bu seferde anlatmak istediğim İstanbul'un kendisi falan değildir. Daha farklı bir şeydir. Şudur.

Açıkçası g.tüm kalktı. Çok ciddiyim. Kendimi baya baya bir şey, önemli bir şey zanneder oldum. Sebebine ise bu İstanbul'a giderken işini havayolu kullanarak yapacak olmam. Kendi kendime gülüyorum. "Ulan sanki herif Avusturalya'ya gidiyor uçakla da, havanı yiyim senin be. Peh!" gibisinden tepkilerde bulunuyorum kendime. Cidden toplam havada geçireceğim süre 50 dk. Yine de bana farklı bir takım şeyler hissettirmekten geri kalmıyor bu durum. Uçakla bir yere gitmek, uçakta olmak ve en önemlisi havaalanı hissiyatı. Bende her zaman hayranlık uyandıran mekanlar olarak hafızasal yerler parsellemiştir bu hava limanları. Çocukken 3-4 kere gidip geldiğim zamanları hatırlarım. Özgürlük ve ülke dışı kavramlarının ne kadar güzel ama aynı zamanda ne kadar da acı verici olduğunu anladığım anlardı. Uçmak ya da uçakta olmak değildi önemli olan. Baya baya insanlar gidiyorlardı ellerini kollarını sallaya sallaya bu ülkeden. Hele ki Almanya'dan tatil için gelmiş -ve zayıflık, kin ne derseniz deyin- geriye sahip olduğu olanakları b.k etmek için dönen gurbetçileri gördüğümde. Hele ki arada hemcins bir çocuk varsa.. Ben baştan kabullenmedim memleketimin zor şartlarını ama "gitmek" hep bir hayal olarak kaldı içimde. Havaalanlarının güzel görünen ama aslen rahatsız eden manası buydu benim için. Büyük, zengin, iyi yerler. Tıpkı böyle sıfatlanan diğer şeyler gibi benim gözümü, çenemi en önemlisi de aklımı yordu. Gerçi bunlar yıllar evveldi. Bir diğer manası var bu mekanların benim için, güncel olarak. Kendini önemli hissetmek diyorum ya. Şu aşağıdaki cümleyi kıçı kırık bir online bilet alışından sonra görünce mutlu olmak.
"Varış Yeri: Istanbul AHL"

"Vay be! AHL! AHL'ye iniş, oh yeah!" gibisinden. Ya kısaltmada bir şey var. Ya da varılacak yerin bir hava limanı olması. Bir şekilde normalden pozitif anlamda farklı olması. Uçakla seyahat eden önemli kişi olmak.. Mesela "Varış Yeri: Bilmemne Otogarı" diye de yazabilirdi. Ama aynı şey değil. Şu an bunları, özellikle o "aynı şey değil" i yazarken tekrardan hatırladığım ve kendime öfke salgılamama neden olan bir şey de var. Ben 86 YTL'ye sadece 11.5 saat zaman tasarrufu ve bu güzide hissiyatı satın almadım. Suçluluk hissi de satın aldım. Şöyle anlatayım. Yazının gelişinden de anlaşıldığı üzere başından beri yaşam standardımı iyileştirmek gibi bir niyetim oldu. Bunu yapacağım da. Ancak mevcut şartlar içinde realistik olarak bunu sağlamadan sadece duygu farklı olsun diye yaptığım şeyler açıkçası beni "şımarık" hissettiriyor. Kızıyorum kendime. "Ulan s.k kafalı, 45 milyona otobüsle git. Ne b.k var uçakta?!" Üstelik "yok canım, abartıyorum" da diyemiyorum. Diyemem de. Ben iktisat yapmak zorunda olan biriyim. Bu da gayet mantıksız kaldı.

Yine de aşla pişman olmadığım bir şey var. Gerçekten de 86 YTL'ye asla hem başka bir ekonomik sınıfa ait olma duygusunu hem de sahip olduğum olanaklara ihanet ediyormuş hissini satın alamazdım başka türlü. Olsun lan! Yine de şunu söylemek güzel be. "27 Temmuz Çarşamba 9:30'da AHL'ye inicem" peh? Şehr-i İstanbul'da görüşmek üzere..

Pazartesi, Haziran 25, 2007

Yıkma Kendini Zaten Yorgunsun

21 Ocak 2007

Kara Yazı/Karamsar Yazı

Gece içinde olduğumu, artık kesinlikle akşam diyemeyeceğimi anlamama fazlasıyla yetecek kadar geç bir saatti. Umrumda da değildi saatin tam karşılığı yada dünyanın kendi etrafındaki hareketi yada herhangi birinin etmekte bulunduğu fiili. Aslında hiçkimse yada hiçbir şey.. Hiçbirinin zerre mühimmiyeti yoktu benim için. Aklımı meşgul eden bir takım şeyler vardı ve ben zihinsel muayen gecelerimden birinin sabaha ermesi için bekliyordum. Bu hep içimden geçirdiğim bir hadise olmuştu. Kimse bilmiyordu, bilseler de ne değişecekti? Ama kimse bilmese de şu an, şu saatte gerçekten yalnızdım. Neden böyle hissettimmişti? Bilemiyorum ama cidden herkesin algı organlarında uzakta hissettim kendimi. Belli bir mekan değil, karanlıkta. Zifiriliği bozan tam tepemde sarı bir ışıkla. Etrafta hafiften dumanlar. Sigara da içmiyordum ki. Herhalde aklımın görsel kompozisyonu tamama erdirmek için koyduğu bir öğeydi. Neyse neydi işte. Ben vardım ya, herkesten bütün mekan/durum kombinasyonlarından uzakta bir çok gece vakti. Evet, sonunda kimse beni hiçbir şekilde duyamayacak diye emin olduktan sonra münakaşama başladım.

Bir an için "keşke" deyip sahip olduğum kederi başka bir tür acıyla değiştirmek istedim. O an aşk acısını hatta bir yakınımı kaybetme hissini bile gözüm kapalı isteyebilridim. Özellikle folloş bir kalbe sahip olarak aşk acısı hiç problem yapmazdı. Birini kaybetmiş olmak da yapmazdı aslında. Aslında bunların hiçbiri bir bok yapamazdı bana. Çünkü hepsi de bir geçmiş zaman gerçeğini atlatabilmekti. Ah keşke. Yapabileceğim bir şey kalmamış olsa hiç değilse acıyı hafifletmem mümkün olurdu. Ama hayır! Bu üstesinden gelebileceğim gibi bir şey değildi. Ben geleceğim için ağlamaya bir durumdaydım. Üstelik bu geleceği mahfolduğu için üzüldüğüm de bizatihi kendimdi. Yok. Bu bol bol alkol alıp yarına kadar unutmayı tercih edip sonraki günler içinde unutmayı çözüm olarak kullanabileceğim bir şey değildi. Alkol dediysem lafın gelişi. Ben her türlü kederi bizzat ayık kafayla yaşadım. Neyse zaten mevzu benim duygusal kayganlaştırıcıları ne kadar tükettiğim değil. Kendimi ne kadar tükettiğim bir yerde. Ettiğim bir hatadan dolayı nice en güzel yaşamam gereken yıllarımı piç etmiş biri olarak şimdi aynısının taşşaklısını yapmaya, bu sefer bütün hayatımı piç etmeye gidiyordum. Bir kolaylığı daha yine keşkelenerek aradım. Birilerini suçlamak istedim. Kim/ne olursa olsun. Hayatı, insanları suçlayabilmek istedim. Kendimle yüzleşecek azmim bile yoktu. Bunları diyor olmam da üşengeçliğimde zerre değişim yaratmıyordu. Bir yoldan "bu felek kimine kavun kimine kelek yedirdi" demek istedim biliyor musun. Yine o elimden bir şey gelmezdi bahanesinin arkasına saklanmak için. Yoksa başka bir sebebi yoktu.

Peki ben ders alamıyor muydum? Düşüncesi bile bende sıkıntıya yolaçan şeyleri gayet yaşıyor olmak hiç mi bir şey öğretememişti bana? Sanıyorum bende onlardan sonuç çıkartacak kadar bile güçlülük yoktu. Güçlülük dediysem lafın gelişi. Bu saf olmak değildi. Tembel olmaktı. Hep olduğu gibi. İrade sahibi olsaydım ileriye yönelik korkunç bir gazlanma sebebim vardı. Her gün birer dozaj fazla olarak hem de. Ama olmadı. Kullanamadım ben bunu iyi yönde. Aksine daha bile beter ettim her gün birer dojaz fazla olarak. Takatim de kalmamaya başladığında iş iyice boka sarmıştı. Herkes kadar çaba göstermeme de luzüm yoktu üstelik. Tek yapacağım bir ilk adım atmaktı. Bir şeye doğru, bir başkasından uzağa. Elimde idrakıyla bütün sorunlar ve çözümler vardı. Peki ben neden hareket etmedim? Yoksa ben salak mıydım? Valla kendimcim hiç kusuruna bakma ama hakikaten salaktın. Piç ettiğin onca zamanı ve potansiyeli saymıyorum bile ama şu son dediğini anımsarken bile aynı haltı yemeye devam ediyordun. Kendimi berbat bir duruma sokup sonra da ben berbat durumlardayım diye üzüldüm. Deliydim ben aslında kendim gibisini olmakla. Kaç kere bir an sonrası için sözler verdim? O kadar sayıyı aklımda tutmama olanak yok ama gayet rahat hatırlayabileceğim bir kaçını tuttum o sözlerin sayısı var ki çok estetik bir 0'dır o da. Fark etmedi. Zaten yakın bir süre sonra da bıraktım. Artık söz bile vermiyordum. Bir nokta geldi ki onca yaptığım saçmalığa göre bile en yapmamam gereken şeyi yaptım. Saldım kendimi. Hayatımda ilk defa sonunu düşünmediğim tembelliklere kalkıştım. Hepsi de gariban tesellisi ile bitti. Sonucunda ne olmuş oldu. Hiçbir bok olmadı. Tek iyi yanı silkelenip kendime gelme ihtiyacım her gün artıyordu. Karamsar baktım. Bu his sürekli artıyor ama ben aynı hataları yapmaya devam ediyorum o zaman durum giderek daha da umutsuzlaşıyor dedim. Heyt be saçma bir pesimiszm salgılamakta üzerime yokmuş. Ki ben, herkese ümit/umut dağıtmayı part-time iş edinmiş ben. Kelim ve ilacım yok. Aha sonunda arkasına saklanabileceğim saçma bir atasözü varyasyonu vardı..

Bir narsist olarak hissediyor olmak yeterince acı veremediyse de görmek oldukça yeterli oldu. O hep mükemmel dediğim gözlerimin önünde çöküyordu. Al işte karanlıkta ne olduğunu bile bilmediği bir şeyin üzerinde oturuyordu kendine dair en ufak bir plan taşımadan. Çözülmeyeceği kesin gibi gözüken ama çözülebileceği kesinlikle kesin olan bir kronik sorun yüzünden. Yani bu kadar anlamsız mıydı her şey?

Devam etmesi lazım..

*Bu yazı da bir şarkının bünyedeki etkisinden oluştu:
[MP3] Mazhar Alanson ft. Cem Yılmaz & Sami Özer - Bu Ne Biçim Hikaye Böyle?

Perşembe, Haziran 21, 2007

Vitrinkarlar, Hepinizden Nefret Ediyorum!

Oldukça toplu, oldukça grup olarak oturuyoruz. Öyle hoş, eğlenceli bir arkadaş ortamı değil. Dışarıdan gayet öyleymiş gibi görünüyor olması gerçeği değiştirmez. Biz kalabalık bir oturum mekanında sağca baksan 8, solca baksan en fazla 2 kişiyiz. Zaten o 2 kişinin 1.5'unu ben oluşturuyorum. Ara ara da soruyorum "ne halt ediyorum ben lan burda" diye. Çünkü bir laf yapma, bir yavşaklık yarışının içindeyim. Kızlar ve erkekler ve salaklar ve benden oluşan bu güruhun içinde ben hariç herkesin hedefi uzun yada kısa vadede o arkadaşla oturma işini arkadaşla yatma seviyesine getirebilmek. Bunu mallık olarak gören sırf ben varım ve yüzeyzel, poz vermeye dayalı muhabbetler sürüyor gidiyor. Gitsem, klişe ayıp oldu saçmalığıyla uğraşmam lazım. Kalsam, içimdeki "eeh bi sktrin kesin lan!" duygusuna ne kadar hakim olabileceğim şüpheli. O yüzden oturdum ben, sırf oturdum öyle..

..ki emin olunabilir böyle dışardan tatlı görünen ama içi sonu gelmez bir yavşaklık yarışına dönmüş "arkadaş" ortamlarında her türlü dialogdaki her türlü söz karşı tarafı, karşı cinsi etkilemesi için sarf edilir. Ben bunu bir türlü yapamadım. Hayır, çok ciddiyim. Yalan söyleyemiyorum ben. Bu yüzden böyle olan, iyi olan, herkes gibi diğer pek çoktan farklı, çok daha samimi, çok daha içten ama bir o kadar da daha az grup içi sevişme görülen bir arkadaş grubum var. Bundan da şikayetçi değilim kesinlikle. Üzerinde bilmemkaç faktörlü güneş yağları sürmüş insanlar dolu vıcık vıcık bir yaz olacağıma pek tabi ki de saf, makyajsız bir kış olmayı tercih ederim. İşte bu noktada dış etmenlerden mütevellit malesef kendi kendime "acaba fazla mı iyi, fazla mı dürüstsün?" diye sorduğum anlar geliyor. Geliyor ve gidiyor. Yalnızca tereddütler baki kalıyor. Gerçi bu kararsızlık halini çabuk çözümledim. Bildiğim yola gittim. VH1 oldum, MTV olmanın sağlayacağı "faydaları" reddederek. Çünkü fedakarlığı salaklığı gerektiriyordu ve ben bunu yapamazdım. Tabi bunun tersini yapanlar daha çok. Gerçekten de daha çok seviliyorlar da. Salaklar, salakları çok seviyor her türlü. Tam da demek istediğim buydu. Sorun yalnızca birilerinin sahtekarca kendilerini paketleyip sunması değil. Çünkü bunun talebi olmasaydı pek tabi arzı da olmazdı. Bu vesile ile dünya nufusündaki aptallık oranı ile ilgili bir hipotezim vardı. Onu günyüzüne çıkarayım.

1927'ye Dünya nüfusu yaklaşık 2 milyar idi. Bu sayının 80 yıl içerisinde üçe katlanmakla kalmayıp üzerine çıktığı, yani 6 milyardan fazla olduğu biliniyor. Çözümlemem şudur. Bu süre zarfında yaşayan insan sayısı iyileşen yaşam koşulları ve diğer teknolojiler neticesinde hızlanarak artmaktadır. Ancak, zeki, aklı mantığı yerinde insanlar "biz bakabileceğimiz kadar çocuk yapmalıyız" diyerek prezervatifi keşfetmişlerdir. Böylece zeki insanlar 1'er, 2'şer çoğarlırken, doğumu "allahın mucizesi" zanneden salaklar 10'ara hatta 11'ere varan sayılarda çocuk yapmışlardır. Yani kabaca dünya nufüsünun 9/12'si aptaldır. Bu da korkunç bir 4,5 milyar sayısına tekabül ediyor. Saygılarımla..


[zayıf cümle] Ulan vitrinkarlar, gösteriş ve şekil meraklısı, güzelce paketlemiş boklar! Kaynar kola içinde yanarak gebermeniz şu an ve uzun süre bir süre için hakkınızda en geçerli temennimdir! Selametle.. [/zayıf cümle]

Salı, Haziran 19, 2007

Müzikal Karma 2

Faith No More - Midlife Crisis
1992



Bu şarkıyı ilk dinleyişim aynı zamanda Faith No More'u da ilk dinleyişimle aynı saniyeye rastlar. 1:12'den itibaren aklımdan geçen şey "eğer her şarkıları böyleyse FNM en azından bu yaz sonuna kadar en sevdiğim, psikopat gibi dinlediğim grup olur" şeklindeydi. Bir tarif etmeye çalışayım. Multi-enstrumanlı, aşırı rahatlatıcı, ritmik, mutlu, depresif, hayvan gibi güzel sözleri olan bir alternatif metal şarkısı. Üstelik herhangi bir Nirvana yada Green Day şarkısından daha çok 90'lardan geliyor sesleri. Yok! Rock müziğe klayve şart! Piano değil ama baya baya klayve, hatta KORG olsun. Şarkıyı bütünüyle başka bir havaya soktuğu aşikar. Özellikle sözleriyle (ve videosuyla) tezat bu kadar rahatlatıcı olması.. Dinleyin, dinletin. Mesela ben 3 gündür sürekli dinlemekteyim ve henüz bir sıkılma belirtisi (haşa!) göstermedim. Çatır çatır 90'lar rock'ı çok yaşasın!

***

Mazhar Alanson & Sami Özer/Cem Yılmaz
1998

1-2 yazı evvel aşağıda yine namı geçmiş olmalı bu şarkının. Olsun, bir daha geçebilir. Hatta 14 kere daha da geçebilir. O kadar güzel çünkü. O kadar güzel ki bir haftada 80 kere dinlenerek unutulmazlar arasına girdi. Bu bütün şarkılara bir örnek. Sözler, müzik ve en önemlisi de vokal kullanımı bir bütünlük oluşturuyor. Belli, tek bir amaç doğrultusunda çınlıyor. Bu toplamanın amacı da insanın moralmen .mına koymak bu şarkı açısından. Ayrıca öyle bir derinliği var ki belirli bir sorunu da kaşımıyor. Direkt ne varsa. Ancak yine de en fazla aşk acısı ile reaksyon gösteriyordur. Bu arada yine aşağılarda belirttiğim gibi Sami Özer'den bu kadar güzel, bu kadar "damar" söylediği için nefret etmek istiyorum fakat şarkının beni berataraf etmiş olmasından mütevellit yapamıyorum. Zira kıpırdayacak halim bile kalmadı..

***

Motörhead - Whiplash
2004

Zaten aşırı sözcüğünü manasık kılacak kadar gaz bir şarkıyı Lemmi Kilmister isimli hayvandan dinlemek gerekir miydi? HELL YEAH! Tabi ki Metallica kaydından farklı yanları var. Öncelikle davullar ve vokal çok daha iyi. Aynı şekilde baslar da duyulabiliyor. Neyse. Yer dolsun, laf olsun diye yazdımdı. Yine de severim şarkıyı, o ayrı..

***

Snow Patrol - Run
2003



Biz İngilizce'yi sonradan öğrenen Türk gençleri Don't Cry'ı, Kiss From a Rose'u, April'i hatta Stairway to Heaven'i sözlerini başta anlamadığımızdan müzikleri yüzünden hüzünlü/damar/yıkıcı bulduk. Aksini idda edip de "yoo, ben ilk dinlediğimden beri sözlerini anlıyodum" diye artistlik yapanı cifle ciflerim! Adam olun! Hakeza bu şarkıda da aynı durum mevcut. Sözler yine ayrı bir yaz konusu bile olabilecek durumda. Ancak ilk dinleyişte yalnızca "light up" ı anlaşılan sözlerin "light up" kısmı bile yeterli. Çünkü müzik gerçekten, cidden, hakikaten yıkıyor insanı. Üstelik ritmi ve gürültüsü hiç azılmadığı için nakarat boyunca ister istemez "eeh! başlarım lan böyle hayata" da dedirtiyor. Helal lan!

***

The Chemical Brothers - Do It Again
2007



Chemical Brothers, "Hey Girl, Hey Boy" dan beri pek vasat işine raslamadığım bir gruptur. (anlam kayması) "Do It Again" de öyle. Dünya'yı dans ettirmeyi hala başarıyorlar. Ancak asıl vurucu olan şarkının videosu. Gökten bir kaset düşer ve çalıntığı anda insanları trance'a sokar. Tabi ki de Fatboy Slim'in "Ya Mama" konseptinin kopyası ancak kullanılan mekanlar bu açığı göstermiyor. Yine de dans müziğine bir gerileme yok mu? Tabi ki var. Bir "Galvanize" bu şarkıyla karşılaştırılmamalı bile..

Cumartesi, Haziran 16, 2007

Sana Bir "James Hetfield '92" Bile Olamadım

Yo, okur!

Stresler içerisindeyim. Rahatça da çıkamıyorum haliyle. İçerlerde bir yerlerde kayboldumuşum sanki. İçler acısı bir haldeyim. Yok aslında ben böyle görüyorum. Bu hep kullandığım bir stildir. Belirsizliği belirli olan bir hadisede kötü ihtimalleri beklemek. Böylece kötüsü olduğunda "zaten bekliyordum" tribine yatabilmek, böylece iyisi olunca "aa çok şaşırdım ehehe" diyebilmek. Bunun maksadı kötünün elde edilmesi durumunda bünyeyi rahatlatmak değil. Apaçık iyiyi bekler görünürken kötü alındığında göt olunması durumundan kurtulmak. Zira pek fenadır o. İşte benim yaptığım da bu. Madem ki sonucunu katiyen bilmiyorum. O zaman kötüyü beklemek. Yalnız şöyle bir sorun var. Eğer bu süreç hafiften uzunsa, yani 2-3 gün içinde bitecek gibisinden değilse biraz boka sarabiliyor bazı şeyler. En kötüsü olarak, daha doğrusu yazının anlam bütünlüğünün anlından öpeyim kötünün kötüsü olarak insan bu oynadığı karamsar rolüne fazla kaptırıp bir takım kompleksler üretebiliyor. Nedir mesela? "Saçlarım çok kötü/yüzümde çok fazla noktacık var" ve varyasyonlarını muhtemel ilişki halinin gerçekleşmemesi/hayallerin sıçması haline hazırlık olarak söylenen kişinin bir süre sonra bunları takıntı eder hale gelmesi. Eskiden olurdu bana bunlar. Artık olmuyor. Artık çok daha güçlüyüm! Artık çok daha beter sorunlarla uğraşıyorum. Hani aşk insanı sarhoş eder derler ya herkesler. O bence şununla alakalı. Aşk insanı mutluluk sarhoşu edip de öyle bulutların arasına çıkartmıyor genelde. Hayır! Aşk insanı ciddiyet sarhoşu yapıyor. Bunun tersi ayık kafalılık haline çok kolaydır kalkıp "beni seven böyle sevsin ülen!" demek. Ancak sarhoşluk halinde? Cık.. Yemez! Şunu da tereddütsüz idda ediyorum, bunu her daim söyleyenler de yalancıdır. Onlar bir sonraki yazımın konusu olacaklardır ayrıca. Pek mühim vitrinkarlar..

..ve birden neye benzediğin önem kazanmaya başlıyor. Kıyafetler almaya, saçınla ilgilenmeye başlıyorsun. Başladıkça aynada her gün bir bok zannettiğin kendinin aslında hiç bir bok olmadığını görüyorsun. Sen kendini brit rock saçlı zannediyormuşsun ama sahip olduğun gayet de düz, karaktersiz bir sıradanlıkmış mesela. Bu anlık ve nadiren gelip giden bir şey olsa da önemli. Çünkü 55 yıllık eşşiz deneyimlerim beni yamultmuyorsa kişi ne kadar narsist olursa olsun bunlar oluyor. Hadi bir de ilişkilerde başarılı olmanın temel faktörünün kendine güven olduğunu hatırla. Buradan hareketle neden hep kadınların kaçıp erkeklerin kovaladığını çözmüş olma seviyesine yaklaşıyorum gibi oluyorum ama kendi derdime derman olamadığım için onu çook uzak bir tarihe "sonra düşünürüm" diye atıyorum. Gerçi kadınlar bir yere kaçmaz. Erkekler kovaladığını zanneder. Ya koşu bandıdır yaşanan yada belli bir yarıçapı olan odalarda dönüp dolanmak. Neyse.. Sonuçta dediğim gibi kumandan kadınlardır genellikle. Bu durumlar hoşlanmadan ileri gelir. Zaten sana bunları yaşatmadan seni seven kadına da aşık olursun.

Kendimi hep keskin bir görünüş içinde hayal etmişimdir. Yani salaş punk kıyafetlerindense takım elbise giymek hep daha çok hoşuma gitmiştir. Sanırım o sabit, güçlü en önemlisi de düzenli görüntüyü seviyorum. Tabi bu son dediğim odamın görünüşü ile büyük bir tezat oluşturuyor, o ayrı. Sonuçta demek istediğim hep kendimi daha ciddi, daha rasyonel bir adam olarak görmüşümdür. Buraya kadar iyi güzel de. Eldeki malzeme bunu karşılamıyor. Açıkçası fiziksel anlamda seksapel yayıyor olmaya pek müsait değilim, baya ham haldeyim şu an. Bu konuda bir şeyler yapmaya karar verdim. Yes, body building! Her "haftaya pazartesi başlıyorum abi" projem gibi o pazartesi henüz gelemedi. Sanırım 5-6 pazartesi geçmiştir şu ana kadar. Olsun. Bu pazartesi kesin! Yok bunu yazının gidişatı içerisinde etkisi düşük bir mizahi öğe olsun diye söylemedim. Gerçekten bu Pzt. kesin. Zira önemli bir sebebim var. Daha çok bir sorumluluk gibi. "Bana yeniden şarkılar söyleten" zaten çoktan geçildi ama "bana şu az yukardakileri yazdırtan" yeni sayılır. Herhangi birisi olmadığı açık. Ben nasıl olduysa aradığım her bir tekil özelliğe sahip kadını buldum. Bu son cümleyle de kişisel blog olayının bokunu çıkarmış oldum..

Son 3-4 aydır sürekli Metallica dinlemekten de olsa gerek body building olayında bir örnek bulma ihtiyacımı James Hetfield karşıladı. Tabi harbi James Hetfield olduğu zamanlardan. 1992-1993, Black Album'ün dünya turnesi. Adamın en (tek) yakışıklı olduğu zamanlarmış. Baya dağ gibi herif. Yoksa ben de egoist-hıyar-kamyoncu olduğunu biliyorum, ne kadar süper şarkı yazsa da.. Boysal olarak da yaklaşık aynı olmamızdan dolayı düşündüm "James, abi dehşet şekil yapmışsın" dedim. "Tabi koçum!" diye cevap verdi. Tamam artık model olarak alacağım da hazırdı. Bir an Trent Reznor ile değiştirsem mi diye düşündüm açgözlülük yaparak. Sonra kendime keldim. "Yuh lan, o kadar da değil" dedim. Genel olarak göze hitap eden biri olma ihtiyacı hissediyordum. Tabi iyiye gitmek de güzel bir his. Sonuçta ne olacak(tı)? Baya baya James Hetfield gibi bi'şey olacaktım hatta yolda yürürken bir yerlerden "Through The Never" çalıyor olacaktı. (Bkn: kendini klipte zannederek yürümek)

Belki rasyonel sonsuz mutluluğa bu kadar yakın olmaktır beni o streslerin içine atan. Ne güzel bir şans ki hayatımda kaybedersem kendimi asla affedemeyeceğim iki şey aynı zaman aralığına denk geldi. Tabi canım, yeterince derdim yoktu zaten benim de.. Gerçi kendimi kandırıyorum. Ne kadar yakınsam o kadar uzağım çünkü (Bkn: kötüye hazırlanmak) Nereden baksan 1 yıl + 500 mil uzaktayım. O zaman ne diyoruz? Alakasızlık rulez! ÖSYM götümü ye!

Cuma, Haziran 15, 2007

Yok, Bu Sefer Değil

Bugün günlerden tatil. Geçen bir takım günlerin öyle olması gibi. Bugün farklı bir şey var. Böyle hoş. Nasıl desem.. Güne kahve içerek değil reçel yiyerek başlama isteği gibi. Daha tatlı, daha renkli. Pek de alışık olmadığım bir ruh modu olunca ve pozitif anlamlar taşıyor olmaya meyilli görününce isimsiz bir mutluluk hissi kapladı beni. Benim günlerim tam ters şekilde başlar. Ben genelde bir kara gün dostuyumdur. Bu karalık/karanlık yaşantısından kastım eski romantik filmlerdeki yada genel olarak kullanılan siyah-beyazdan farklı. Bariz şekilde The Unforgiven, bir Save Tonight değil. Ortamında çok ışık da bulunmayan bir renksizlik. Klasik, alışılagelmiş karamsarlık hali işte. Renkleri somut olarak görmek de bir şey ifade etmiyor çoğu zaman. Bu, şu kahrolası yarı-dolu bardak zamazingosu gibi. Ortadaki gerçek yek, olay onun kişi tarafından ne şekilde algılandığında bitiyor. Yani renkleri soyut olarak da görmek lazım gerçekten varlıklarını hissetmek için. Nitekim çimen yeşili sadece yeşil olabileceği gibi kusursuz Nirvana getirgeci de olabilir. Kişiye bağlı. İşte bana enteresan hissettiren de buydu bugün. Üstelik herhangi bir meditasyonel çalışmanın içinde de bulunmamıştım. Bir anda çıktı. Bu sabah güne One More Cup of Coffee, Passive, Low Man's Lyric veya Where Did You Sleep Last Night ile değil beni her zaman zihinsel anlamda enerjiye boğan Bohemian Like You ile başladım. Müzikal açıdan insanın moralini bozan binlerceyle karşılaştırıldığında gerçekten de tam karşı tarafta duran birkaçlardan bu. Üstüne bir de sözlerini de kısmen yaşıyor oluşum gelmesin mi? Oh!

Ne bileyim sebepsiz yere mutluyum sanırım. Düşünüce biraz anlamsız geliyor. "Neden mutluyum ki?" Tabi bu sorgulamasyon sebepsiz yere mutsuz olunan anların salaklığı hatırlanınca gayet de kolayca geçen bir süreç. Sonuçta yaşadığım bu. Renkler daha parlak görünüyor. Hava daha yumuşak. İçimde herbi'şeyin iyiye gideceğine dair asılsız olması kuvvetle muhtemel bir inanç var. Bugün cidden yaşamımda kendi elimle oluşturduğum zararlılıkları kaldırıp atacak güce sahipmişim gibi bir his var. Mutluyum, umutluyum, çok sürmez, olsun bu güzelmiş, gittiği yere kadar :) Bütün gün Jamiroquai çalsın :P
[MP3] The Dandy Warhols - Bohemian Like You

Perşembe, Haziran 14, 2007

1996, Eylül, 2007, Haziran ve Muhtelif Şeyler

Giriş Cümlesi: 90'ları özledim..

1996
Bugün "ne zamandır bakmak istiyordum" dememden mütevellit ekşi sözlük'teki 90'larda çocuk olmak başlığını okudum. Hüzünlendim çünkü o zamanları özlediğim farkettim, yine. Sevindim çünkü o zamanlarda yaşadığım ve çocuk algıma anlaşılmaz gelen şeylerin başka pekçok insana da aynı şeyi hissettirmiş olduğunu gördüm. Hissettim o zamanlarda hissettiğim gibi ve 90'ların tadını 2000'lerde katiyen bulamadığımı bir kez daha idrak ettim. Hatırladım o zamanlardan aklımda kalanları. Çoğu çok tatlı olmasa da çocukluk anılarımı. İlk heyecanlarımı, ilk hırpalanmalarımı. Düşüdüm acaba o zamanları hatırlamak adına kendimce bir "90's Weekend" yapabilir miyim diye. Sonra tekrar hüzünlendim. Çünkü ne yaparsam yapayım, ne hatırlarsam hatırlayayayım, ne kadar anarsam anayım o zamanlar geri gelmeyecek ve bana o şeyleri hissettirmeyecekti.

Tabi ben ve benimle aynı dönemde büyüme evresine girmiş insanlar topluluğu olarak içine doğduğumuz çılgınlığı ancak doğum tarihlerimizden 14-15 sene sonra farkedebildik. Gerçekten de biz hayatı algılamaya başladığımızda bir şeyler yerine "oturmaya" başlamış, insanoğlu teknoloji ivmelenmesinde rölanti devrini geride bırakmış, dünyanın diğer yarısının tershanelerine girip ordularını dağıtmaya artık gerek kalmamış, düpedüz bir tüketim deliliğine dönüşmüş hayat. Bize bunlar anlatılmadı, anlatılmasını beklememeliydik de. Çünkü zaten bizden önceki neslin şait olduğu üzere anlatmak "kötü yapıyordu". Neyseydi zaten. Bize gelene kadar zaten çoğu ses susmuştu. Dürüst olmak gerekirse bu akılalmaz hızda hareket eden değişim, hızlanma döneminde zihnimin kontrolünü birilerinin televizyon adını verdiği uzaktan kumanda zihazına kaptırmayıp kontrolümü kendi elimde tutabildiğim için çok mutluyum. En abartısız tabirle yaşamak anlamsız olurdu öbür türlü. Ki çocukluğumdan kalan anıların büyük çoğunluğu yine televizyon aleti ile ilgili. Kişiliğimde ve kişisel zevklerimde yarattığı farklılığı yadsımıyorum. Aynı şekilde zaman kullanımı belirleyen de oydu. Evde geçirdiği zamanı MCM, MTV, Nickolodeon, Kanal D çevresinde olan da bendim yine. Ancak bunları ölçülü alabilmeyi başardım. Hala da bunu nasıl başardığımı bilmiyorum. Geride binlerce gereksiz şeyin ardından yararlı şeyler de kaldı ve bence önemli olan da bu. Yine de "ahh o televizyon" diyorum. Süper Baba'yı, Olacak O Kadar'ı, Parliment Sinema Kuşağı'nı (merak ederdim neden careless whisper şarkısı her çaldığında aklımdan "bir başkadır aşk parliment mavisi gecelerde" lafı geçiyor diye :) sonra gündüzleri 12 saatlik Nickolodeon pompalanmasını unutmak mümkün değil. Herbiri de ayrı bir tattı. Ne kadar güzel veya sağlıklı lezzetler olduğu değil mevzu bahis ama sonuçta insanın düşüncesine şekil veren bunlardı aileden ve kitaplardan öğrenilenlerden başka.

90'lar deyince aklıma nedense en öncelikle 1996 geliyor. Hımm.. New Radicals'ın "You Get What You Give" i yeni çıkmış. Evde deli gibi NR1 (heyt be! ulan adam gibi, taş gibi kanaldı o zamanlar nambırvan) klipleri ve walkman'indeki The Offspring kasetleri arasında gidip gelirdim. Bu arada The Offspring çocukluğumun grubudur. Hatta 5. sınıfı bitirme gecemizin kutlamasında (neyi kutluyorsak..) ben ve benimle aynı gaflete düşmüş 3 arkadaşım Pretty Fly şarkısı eşliğinde anlamsız danslar etmiştik, üstelik hepimizde de Fubu vardı. Başka bir arkadaşın annesi bunu videoya çekmiş ama çok sükür bozulmuş o kaset daha sonra :) Hatta madem ilk aşık olunan müziklere geldi konu. Başka bir anımı da paylaşmak istiyorum. Bu benim şu anda rock müzik ve türevlerini dinliyor olmamın temel sebebidir belki de. Bu olay olmasaydı Murat Boz hayranı olabilir ve kendimi 90'ların (efsanevi) Türkçe Pop'undan koruyamazdım.

Yıl 1993. Her yaptığımı hatırlayamadığım kadar küçük bir yaşta seyrediyorum. O zaman bir yaz tatili için Ankara'ya gidiyorduk. Babam, torpidodan bir kaset çıkarttı. Hiç unutmam. Şuydu çünkü. Daha sonraları hayatımın grubu diyeceğim Dire Straits'in Sultans of Swing single'ı. İlk sırada sonradan hayatımın şarkısı diyeceğim Money for Nothing vardı. İlk girişindeki davul atraksyonu... ve o riff. Albümü yol boyunca dinledik şarkıların hepsini de Ankara'ya vardığımızda biliyordum ama o riff aklıma adeta çakılmıştı. Yıllar sonra 1997'de aynı şarkıyı tekrar TV'de izleme şansı bulunca (eve varınca hiç sormamıştım çünkü o kaset nerde diye) o riffi ve şarkının tamamını hala ezbere bildiğimi farkettim. Bundan bi' 5 yıl sonra da hayatımdaki rock müzik aşkının sebebinin o olduğunu. Bu da böyle bir anımdır. Pek ilginizde değildi biliyorum :)


Elbette 90'lar yalnızca masum çocukluk anıları ve televizyondan ibaret değildi. Bana Türkiye'yi farkettiren yıllardır 90'lar. Erbakanlar, Ecevitler, Mesutlar Yılmazlar ama en çok iki figür kalmış aklımda. Susurluk ve Tansu Çiller. Sebepsiz olarak nefret ederdim Tansu Çiller'den. Bana çok itici gelirdi. Sonraları bu tutumumun doğru olduğunu öğrendim acı şekilde. Ama asıl Susurluk. Bir anahaber bülteninde o zifiriliğin içinden görülen kamyon altı siyah Mercedes görüntüsü. O zamanlar o küçük çocuğa sorsalar neden bahsettiğini bilmese de "Türkiye nasıldır?" sorusuna "Çok kötü" der "Sana neler çağrıştırıyor peki?" sorusuna ise "Yolsuzluk, hırsızlık, hortumlama ve karanlık" diye cevap verirdi. Nahoş..

90'lar taso çılgınlığıydı. 90'lar TV çılgınlığıydı. 90'lar Maraton programı izlerken banyo yapmışlığın verdiği mayışma hissiyle daha da sert olarak Pazartesi okula gidileceği için isyan etmekti, pipetle leblebi tozu çekmekti, Yalan Rüzgarı'ydı, Cesur ve Güzel'di. 90'lar güzeldi. Bir daha sanmıyorum hiçbir nesil bizim gibi yaşayabilsin çocukluğunu.. Bir video paylaşmak istiyorum. Yukarıda da geçiyordu. Benim için Music Sounds Better With You ve Right here, Right Now ile birlikte en akılda kalıcı videolardan biriydi.

The New Radicals - You Get What You Give (You've got the music in you)


90'lardan bir, yok, en az 2-3 sefer daha bahsetmem lazım. Çok etraflıca bir konu ve mesela Eminem'den hiç bahsetmemişim bile :) Hepsi şunu gururla söylemem içindi;

Eternally Stuck in The 90's!*


***


2007
Haziran


Ancak artık zaman geçti. 2007'deyiz. Vay be! Bazen "yaşlanıyorum" demeye bile başladım. Öyle ki 2007 işte. Daha söyleyecek kelime dahi bulamıyorum. 2007, Haziran. Yok ama ben bu Haziran ayını seviyorum. Geçen gün denizden gelip, karpuz yerken farkettiğim üzere yaz gelmiş. Hem de Antalya'da yaşayan biri olarak söylüyorum çatır çatır gelmiş. Mana ettiğim buraya milyonluk gruplar halinde gelen Ruslar değildi. Daha ziyade hava sıcakları ve küresel ısınma ile daha bir sert geçen yaz. Demek ki artık yaz aylarını bile doğru düzgün yaşayamayacağız. Belki ben bu yaza yorgun olarak girdiğim için bana öyle geliyor. Yazın bana ifade ettiği boş geçmeye mahkum günler gibi.. Garip bir hissiyat. Anladım ki karamsarlık öyle bir şey ki insan aldıkça daha çok alası geliyor.

Eylül

Ama nedir yani! Yaz dediğim de gelip geçecek. Nihayetinde bir Eylül getirecek. Nam-ı değer yazın bitişi/sorumlulukların başlangıcı. Eylül ayını çok severdim bir zamanlar. Sanki o Vancouver resimlerindeki gibi sararmış yaprakların kapladığı yollarda üzerimde paltoyla yürecekmişim gibi gelirdi. Ama buralarda yazın 10 ay sürdüğünü hesaba katmamıştım. Tabi kar denen şey de hiç olmadı. Eylül isim olarak da çok güzel bence. Hem batıdan hem doğudan söyleniyor gibi. Bense ne batıya ulaşabilirim ne de doğuya. Beni bekleyen yine kısa dönem hoş bir güneyden sonra yine kalan zamanımın tamamının geçeceği tatsız bir kuzeyd. Eylül..? Ama fazla anlam yüklemeye yeltenmemek lazım hiçbir sözcüğe. Artık kelimeler bile insanı kullanıp atıyor çünkü. Ben bunların üzerine aşağıdaki şarkıyı dinledim. Hem de yıllar sonra. Sami Özer, nefret etmek istiyorum senden! Neden bu kadar güzel söylemişsin bu şarkıyı. Özellikle de şunu:

"Başarısız olduysan oldun
Yıkma kendini, zaten yorgunsun
Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin
Ya vazgeçer unutursun yada yolun açık olsun.."

Ne şu anda ne yakın bir geçmişte hatta ne de yakın bir gelecekte yaşanan bir şeyle ilgili değil. Ama sanki hepsiyle ilgiliymiş gibi geliyor. Hepsi "-gibi geliyor" olmadı mı zaten? Ancak cidden bu şarkı yıkıyor adamı.

Mazhar Alanson & Sami Özer - Bu Ne Biçim Hikaye Böyle?


***


Muhtelif Şeyler

- Dünden bugüne değişmeyen şeyler pek az. Tanrı seni korusun VH1!
- Yazının sonunda aklıma gelen şeylerden daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da bunları eklemeye üşenmem. Tanrı seni korusun "edit" tuşu!
- Sonuç: "Bu felek kimine kavun kimine kelek yedirdi." Kimine'den sevgilerle.. 90'ları özledim..

Salı, Haziran 12, 2007

Olan Biten 3

- Bir eğitim ve öğretimle alakasız geçen zaman yılını kapatırken OKS'ye gireceklerin gözlerinden öpüyorum, ÖSS'ye gireceklerinse ellerini sıkmıyor boyunlarından sarılıyorum. Hepinize ben daha ne diyeyim! Aylardır gazi oluyordunuz şimdi çok azınız daha iyi bir hayata geçecek büyük çoğunluğuz da şehit olacak. Fizyolojik olarak yaşıyor olmanın para etmediği dönemler geçireceksiniz. "Mezun" ve "Düz Lise" sınıflarında okuyacaksınız. Şefkat gösteren sözler değil. Zaten kimse size göstermeyecek öyle bir şeyi. Hepberaber babayı alacaksınız. Ben de vakti zamanında almıştım oradan biliyorum. Hiçbir boka yaramayan ama pekçok boka yarayan parasal güçleri sayesinde özel liselere/özel üniversitelere gidecek arkadaşlardan da gelin yine beraber nefret edelim.

- Metallica'nın külkedisi maması mumalesi görmüş mükemmel albümü Load'daki en damar şarkı The Outlaw Torn, outro'su en psikopat olan şarkılar listesine 2 numaradan giriş yapıyor. Lakin birinci sıradaki Dire Straits - On Every Street'i yine de geçemiyor. Onun yerine bugün sabahtan beri aralıksız 3 saat loop da kalıyor. Bu arada Metallica demişken VH1'ın When Metallica Ruled The World belgeselini tavsiye ederim. Lars'ı olduğu gibi -zavallı bir halde- görebileceğiniz pek az görsel materyalden biri. Bu arada Metallica demişken Megadeth'in yeni albümü United Abominations çok taş olmuş. Bir ara mutlaka hakkında yazmam lazım.

- Sürekli tatil olunca tatil aynı lezzeti vermiyor mu ne?

- Çok yaşasın jöle, kahrolsun saç spreyi!

- Artık donanımsızlıkları için insanlara kızacak gücüm gerçekten bitti. Zaten bunun için onları asla suçlayamazdım. Zihinsel hareketsizlik bu toplumun standart özelliklerinden biri haline gelmişse şayet daha bireysel bazda suçlamanın anlamı yok. İronik şekilde ego yalnızlıkla başedmiyor. Ben haddim olmadan kendimi anti-donanımsız olarak marjinal bir kitle içinde göürüyorum ama bunun yarattığı hoşluk hissi 12 saniye sürüyor. Çünkü özel olmak falan ne işe yarar ki? Keşke herkesin okumakla, öğrenmekle aşırı ilgili olduğu bir toplumda cahil olarak görülseydim. Daha evvel dediğim gibi cennette vatandaş olmayı cehennemde padişah olmaya tercih ederim.

- Hala çok fazla sayılarda insanın "sen hangi dinin çocuğusun" sözüyle gaza geldiğini görmek beni korkutuyor.

- Eski kitapların "Yeni Türkçe" çevirileri orjinalleri kadar lezzet vermiyor mu ne?

- Dışarıdan çok mutlu bir insan gibi görünüyormuşum. Dışarıdan çok mutsuz bir insan gibi görünüyormuşum. Dışarıdan stabil bir ruh halim olamıyormuş gibi görünüyormuşum. Dışarının .mına koim! Ben FPS oynarım arkadaş, TPS değil!

- Acaba genç güruhlar yalnızca MSN'de tepki gösterip hayatta hiç sallamamanın hiçbir halta yaramadığının farkında mıdır? Yoksa sadece gösteriş olsun diye mi yazılır o iletiler? Ben miyimdir bu hikayedeki mal?

- Bakmayın aslında derdimin aslı çok farklı, çok büyük. Bir sonraki yazıya olsun.

Pazar, Haziran 10, 2007

Uykusuzluktan Takati Kalmamış Yazı

Saat 02:26.. Bir yandan bedenim uyumam için küfürler ediyor. Diğer yandan beynimde hala çalışan ufak bir vardiya an itibariyle Makina'da olanları görmek ile manasız da olsa bloga bi'şeyler yazmak istekleri arasında gidip geliyor. Saat 02:28.. Hem internet hem de bilgisayar yalnızlığı çağrıştırıyor. Kendimi 2000 öncesi 15" ekranlarda 56k internet kullanan ve bilmemne chat programında gayet tabi chat yapan birisi gibi hissediyorum. Üstelik o bilgisayar da ufacık ve odada ufacık bir yere koyulmuş gibi. Halbuki şu anda içinde bulunduğum oda en az 26 m^2 ve bilgisayar da afedersiniz obez götü ile yemek masası arası boyutta özet tabirle eşşek kadar bir masanın üzerinde. Uykudan bunlar. Saat 02:32.. Bir noktadan sonra kendi kendime "ulan ne halt ediyosun" diye sormaya başlıyorum. O sırada ben uykusuzluktan kıvranırken bir arkadaşımın Rusça öğrenmeye çalıştığına şait oluyorum. "Manyak mısın ya.." diyorum ama bir yandan da bu saat dilimleri ötesi öğrenme arzusunu dehşet kıskanıyorum. Bu beni de manyaklaştırıp bir şeyler öğrenmeye, bir şeyler yapmaya teşvik (teşfik?) ediyor. Üstelik az evvel okuduğum "inanmak başarmanın yarısıdır diyenler hep yarıyolda kalmıştır." sözü bana en az 10 yazılık, 12 sözlük ilham sağlıyor şu günün en alakasız saatinde. Bir şekilde yazmaya itiyorum kendi kendimi ama bu sözü de böyle saçma şekilde hiç etmiş oluyorum. Saat 02:37.. İçimden bir ses "olsun lan bak konsepti olan yazı oldu" diyor. Sıçayım ben böyle tematik işe? Yok! Tuhaf, bana da iyi olmuş gibi geldi bu sefer. Saat 02:38.. "Bi' sktr git Deniz deli misin nesin ya bu saatte..."

Cuma, Haziran 08, 2007

Tanışma Bitti

Sarı kafalı, tuhaf makyajlı, tuhaf bir müzik yapan, ay yüzeyinde tuhaf şekilde bağırıp çağırarak bir post-modern arabesk/elektro-rock şarkısı söyleyen tuhaf adamı hatırladınız mı? Hiç kuşkusuz Hayko Cepkin'in korkunç müzikal yeteneklerinin yanısıra pekçok insanın bu simayla Kral TV aracılığı ile tanışmış olması da iyi yönden olan "marjinal" sıfatını pekiştirdi bu adamın. Bunların ötesinde insanların, benim, tanık olduğum patladığı idda edilen -halbuki 80'ler ve 90'lar mainstream rock'ı etkilerinden başta hiçbir şey olmayan- Türk rock'ında gerçekten farklı, orjinal ve bağlayıcı bir müzik ve onu icra eden bu "deli" idi. Hayko Cepkin'in müzik piyasına solo olarak çıkıp mükemmel albümü "Sakin Olmam Lazım" ı kabul ettirmesi kitlelerin kafasında böyle bir süreçle oldu. Çok insan sevdi Hayko Cepkin'i. Kuşku yok ki Duman'dan beri hayran kitlesi en hastalıklı derecede bağlı rock sanatkarı o. Bunda kanımca en önemli etken modern rock sound'unu arabesk vokalle mükemmel bir şekilde buluşturabilmesi oldu. Ne nekadar çoğu insan (ben de dahildir) arabeski sevmediğini söylese de kültürel etkileşim içerisinde arabesk öğelerin kendileri olarak değil diğerlerinin içinde olarak geldiği durumlarda aşırı şekilde sevildiği ortada. Hemen misal: Herhangi bilinen bir heavy metal şarkısı bağlama ile çalındığında hoşnut olunur. Budur. Hayko Cepkin bu tanımsal olarak b.ku çıkartılmış "kültürel sentez" olayına çatır çatır "öyle olmaz, böyle olur!" demeyi başardı. Yıllarca Haluk Levent, Kıraç (ki severim aslında) gibi isimlerin taşıdığını zannettiğini "anadolu-rock" sıfatını da en çok hakeden olduğunu gösterdi. Hatta bu konuda Türkiye'deki en iyi rock grubu olduğunu düşündüğüm Kurban'dan bile daha başarılıydı. Görmüyorsun ve Fırtınam gibi şarkılar 2 yıldır yeterince acı çektirdi bana ama artık tanışma bitti. (Yaşasın klişe müzik yazarı lafları :P)

Herhalde son dönemin en beklenen albümü buydu. Beklentilerin pek azı albümün Sakin Olmam Lazım'ın altında kalacağı, pek daha azı albümün Sakin Olmam Lazım'ın üzerinde olacağı genel kanı ise albümün aynı seviyede olacağı yönündeydi. En kısıtlı kitle haklı çıktı. Artık Sakin Olmam Lazım mükemmel olarak sıfatlandırılamaz, çok iyi denebilir çünkü mükemmel bu. Albüm kapağından iç tasarıma, introlardan girizgah ettikleri harika şarkılara bu halihazırda "iyi" diye geçinenlere göre çok daha başarılı. Üstelik genel olana inat hakettiği değeri de görüyor. Elde "değeri bilinemeyecek gizli bir klasik" yok yani. Baya baya "ezbere bilinen taş gibi bir albüm" var. Müzikal açıdan albüm bir öncekine göre daha çeşitli öğeler barındırıyor. Daha çok enstruman ve daha değişik teknikler var. Albümün isminden de anlaşıldığı üzere Hayko Cepkin bu sefer kafasındakini hayata geçirirken çok daha özgür olduğu bir albüm yapmış. Durum en fazla ilk defa sahnelerden bilinen scream vokalin albüme taşınmış olmasında hissediliyor. Evet, nereyse her şarkıda scream vokal mevcut. Bundan sonra "Hayko Cepkin Türkiye'nin Marilyn Manson'ıdır." diye bir motto çıkar mı bilmiyorum ama olabilir. Çok da iyi olmuş bence. Genellikle brutal/scream vokalden çok haz etmesem de bu albümde çok dengeli kullanılmış, fena olmuş, dağıtıyor!

Albümde şimdiye kadar favorim aynı zamanda ilk single olan Yalnız Kalsın. Özellikle nakarattaki vokale bitmemek benim için imkansız bir faaliyet oldu. Sırf ses olarak üstelik. İnsan çok kaptırdığında sözleri es geçebiliyor. Ancak yanlış anlaşılmasın albüm şiirsel nitelikte olmasına rağmen mecazi olduğu kadar gerçekçi sözler içeriyor. Eh, kısaca mükemmele yakın denebilir. İlk aklıma gelenlerden Yalnız Kalsın'dan sonra en sevdiğim şarkı olan Siren'in sözleri örneğin. "Çekilin görmem körüm ben onun için ben bu dünyayı ezerim geçerim". Aynı şekilde bir diğer harkulde şarkı Kaos'un sözlerinden: "Suratın iğrenç söyle kimlerden yüz buldun? Vucudun kireç söyle böyle mi pak oldun?". Üzerine kelam etmenin luzümü yok. Hele ki böyle sözlerin Hayko Cepkin'in dehşetengiz sessel yeteneği ile omurgalaştığı düşünüldüğünde. Düşünüldüğünde, görüldüğünde elde süper bir Post-modern arabesk endüstriyel elektronik metal albümü bulunduğu söylenebilir.

Yada bütün bu yazınların özeti olarak: Mükemmel.

Yalnız Kalsın - Video

(Youtube'daki gerizekalı kullanıcı yorumları da geceyi şenlendirmek adına okunabilir..)

Perşembe, Haziran 07, 2007

I Hurt Myself Today

Onlara baktı, eğleniyorlardı. Adeta hepsinin beraber soluğu o oda havasının içinde, radyo dalgaları gibi yayılmış bütünleştiren bir ruh vardı. Herkes mutlu olmayı hakettiğini düşünüyordu, öyle ki bunun bile farkında olmayacak kadar moralleri yerindeydi. Her ne yapıyor olurlarsa olsunlar fiilin kendisi de önemli değildi zaten. Muhabbetler, kahkaları geride kalan gülümsemeleri getirdi. Yaşamın bütün o sorumluluklarından çok uzakta bir yerde buluşmuşlardı sanki. O an gerçekten hiçbir şey dert değildi. İyi vakit geçiren, birlikte geçiren bir grup vardı. Birbirlerini yalnızca varlıkları ile bile mutlu ediyorlardı. Bir de üzerine keyif verici yiyitler ve müzikler kompozisyonu gelince,"budur işte". Herkesin keyfi pek bir yerindeydi kısaca. Bir tek o'nun hariç. Farkında olduğu ama nedenini idrak edemediği bir his salgılıyordu içinde. Oysa ki tek yapacağı birini daha kabul etmeye her halükarda hazır olan o topluluğun içine girmekti, birkaç 10 dakikayı öldürmek adına. Yapmadı, yapamadı. Bu hissetiği kalp denen şey yüzünden miydi? Yoksa hep güvendiği beyninden mi?

Ne olursa olsun kendini o resmin içinde göremiyordu. O insanlarla, herhangi bir resmin içinde. Pek tepki çekmişti bu kişilere karşı tatminsiz olma özelliği başından beri. Umursamadı. Onun için böylesi daha iyiydi, daha huzurluydu. Ama bir an kendi kendine "peki o zaman neden şu saniye rahatsız hissediyorum?" diye sorduğunda da herhangi bir cevap bulamadı. Zaten aradığı cevap o sorunun değildi. Daha derin bir "Neden?" in peşindeydi. Neden? Neden kendini belirli kimselerle veya mekanlarda değil salt mutluluğun içinde göremiyordu o an? Neden kendini geri çekmesi "gerektiğini" düşünüyordu? Neden herkes halinden hoşnutken o hoşnutsuzluğu daha "doğru" görüyor ama bundan da huzursuzluk duyuyordu? "Çünkü insanların morali bazen nedensiz bozulabilir" demek tam o saniyede kurtarırdı onu bunların hepsinden ama öyle de demedi. Yediremedi kendine kolaya kaçmayı. Araştırmalıydı kendini, bulmalıydı bu sebeb-i boku bir şekilde. "Ulan yoksa asıl sorun bu mu?" dedi. Gerçekten de herhangi birine göre fazla düşünüyordu. Bundan hiçbir zaman pişman olmamıştı. Ancak kendiyle ilgili bir şeyin idrakını tamamen yapamadığında mutlaka bir sorun çıkıyordu. En bariz tezahürü olarak morali darman durman oluyordu ve genellikle o darmanlığa bir derman da çıkmıyordu birden. Kesin olan kendini o insanların arasında eğlenmemesi gereken biri olarak gördüğüydü. Fazla iyiydi her şey için ve onların hoş zaman geçirmek diye yaptıkları şeylerin çoğunu rezillik olarak görüyordu. Yani eğlence dedikleri şeyin saçma sesler eşliğinde göt göbek atmak olması onun kendini böyle bir salaklığın içinde görmesini engelliyordu, üstelik bu sadece 1 adet örnekti. Sonunda değer verdiği insanlar olsa da böyle bir şeyin parçası olamazdı. Gayri ciddiyete açtığı bu kişisel savaş hiç olumlu bir geridönüş sağlamış mıydı? Tabi arada istisnalar olabilir. Ne olursa olsun hep korkuğu gibi aşırı-rasyonel bir adam olma yolundaydı o an. Bunların, bu düşüncelerin yalnızca o ruh hali için geçerli olduğunu bildiği halde endişe etti. Az da olsa, nadiren de olsa neden oluyordu ki? Başa döndü. "Herkese olur" demek istedi, bu sefer dedi de. Çünkü gerçekten öyleydi. Bir tek fark olarak o bunu kafaya takarken aynı zamanda dile de döküyordu ve bunun sonucunda aldığı reaksyonların çoğu bu anlatılamaz mevzuyu kavrayamamış yararsız şeylerdi. Sonra biri "sen ne biçim gençsin?!" dedi. O an kavradı durumu tamamiyle. O an, yaklaşık 20 dakikadır genç falan değildi o. Kendini her zaman biraz daha oturaklı, biraz daha az "delikan" olarak görmüştü ama bu farklıydı. 37 yaşında hissediyordu zira. O insanlara karşı beslediği kişisel kin ve acımadan dolayı olduğuna emin olduğu bu rahatsızlık hissinin bir diğer sonucuydu. "Yorgunum lan ben" diye geçirdi içinden. Hastalık hastasını oynuyordu baştan beri psikolojik bazda. Ne olursa olsun orada, o insanlarla eğlenme fikrini reddetti. Bir köşede Radiohead dinleyen yalnız adamı oynadı. Mutsuzdu ama tatmin ediciydi.

Sonra, bunları dillendirmiş olmasından dolayı yaşayacağı pişmanlık da pek nahoş bir caba olarak kalacaktı geride. Kesinlikle kendiyle ilgili şeylerde kafa karışıklığı yaşamaktan artık nefret ediyordu. Çünkü kendi içinde bir korkusu vardı hakkında umursamaz görünmeye çalıştığı. Garip olarak görünme. Radiohead'e dinlemek suretiyle taparken bu da ayrı bir ironi olmuştu. Bir şey diyemedi zira ne düşünceğini bilmiyordu.. Tek yapabileceği alıntı anmayı gerçekleştirdi. İlgisiz olarak "Aklın çok iyi çalışıyor o halde neden hep kalbinin sesini dinliyorsun?" kelime topluluğu geldi. Her zaman doğru bir gözlem olarak nitelendirmişti bunu. Yoksa fazla mı doğruydu? Biraz da olsa kafasını dinlendirmeye karar verdi, hiç değilse o an için..
[MP3] Nine Inch Nails - Hurt

Bu olmamış hikaye önemli günlerinden biri benim açımdan yukarıda bahsi geçen sebeplerden yalan edilmiş Nil diye iyi birine ithaf olunur. Mutlu yıllar hecatomber (:

Salı, Haziran 05, 2007

Partikül Ol

Henüz kendini keşfetme sürecini bitirmekten çok çok uzaklarda yaşayan bir düşünen hayvan türü olarak insanlar şu an bile beni sıklıkla deliliğe sürükleyecek kadar yaratıcı. Bu sözden sonra hemen akla gerçektende insanlığın daha düşünsel yeteneklerini kontrol etmeyi buna dolaylı da gidebileceği sınırları bilebilmeyi başaramadığı geliyor. Şimdi buradan bir "sınırsız olması zaten bu sonsuz yaratıcılığın sebebidir" sonucu çıkarılabilir. Olabilir tabi ki de. Ancak benim kastım o değil. Kastım olan bu denli ham bir zekanın ortaya koyma kabiliyetinin inanılmazlığı.

İnanamamak adına internet de oldukça uyumlu bir kaynak. Yazısal, görsel ve işitsel sanatların tamamının evden elde edilebildiği yegane mecra olması da etken kuşkusuz. Neyse, tema o değil. Aslında bu yazıya konu sağlayan benim yerli ve yabancı bloglarla haşır neşir olmaya başlamam. Bir tamamen özgür alan olarak blog, yazarının kullanımı için herhangi bir sınır yaşımadığından birbirine katiyen benzemeyen binlercenin varolmasına olanak sağlıyor. Tamam, elbette ki aynılaşma ve yaratıcılıkta körelme hatta yaratıcılığın reddedilmesi Dünya'da olan şeyler. Ben de bilmekteyim onların insan ırkının büyük çoğunluğunu oluşturduğunu. Zaten henüz bu kadar az sayıda insanın yaratıcılığı bu kadar etkileyici olabilirken bu sayının binlerce katının bu seviyeye erişmesini düşünmek en basit tabirle korkutucu, korkutucu biçimde güzel! Yada insanoğlu şu an yaşadığı toplum formatını sürdürecek ve 1 akıllı 1000'lerce aptalı peşinden sürüklemeye devam edecek. Neyse, konudan sapımları sevmiyorum. O yüzden dönmek lazım asıl olana.

Ben, metafizik sanrılardan veya uzayın sonsuzluğundan çok fazla etkilenmem. Onların da bilinmezliklerinden ötürü bir çekicilikleri vardır ama dediğim gibi beni asıl büyüleyen bunların tümünden, makro boyutlardan ziyade bunların tümünü ortaya koyabilen yani o makroları yaratan mininum düşünme alanı. Bu kadar çok insan, bu kadar çok farklı fikir, bu kadar çok farklı yaratım ve bunların farkında olmak insanı gerçekten "ufak" hissettiriyor. Burada ufak ile demek istediğim kesinlikle "önemsiz" değil. Herbir tekil insan aklı ürünü eş olmasa da yüksek önem arz eder. Ama ufaktır sonuçta çünkü milyonlarda birdir. Ki zaten bu deryanın içinden ancak çok çok farklı olanlar en büyük kitleleri peşinden sürükleyebiliyor. -Pratik paranoya: Veya onlardan çok daha üstün düşünebilen birilerine bilmeden hizmet ediyorlar aslında, kapital?..-

Bu bahsettiğim durum örneklendirilebilir de. 3 kişiden belli bir konu hakkında bir şeyler yazmalarını isteyin. Mümkünse konu soyutlamaya açık olsun. Zannetmiyorum ki birbirlerine göre çok benzer şeyler yazsınlar. İşte başından beri demek istediğim, büyülendiğimi söylediğim şey bu. Somut şeylere karşı soyut insan algısı her daim beni etkilemiştir. Aynı zamanda güçlendirmiştir de. Çünkü bir insan olarak diğer insanların yapabildiklerine, düşünebildiklerine şait oldukça kendi yapabileceklerimin tahmin ettiğimden de iyi olabileceğini düşünüyorum. Bir yerden de benden çok aşırı daha iyi olanların da olabileceğini. Bir tür denge yaratıyor bu düşünce. Yani öyle olması pek daha iyi olur. Hatta sanırım bu ruh halini en iyi tasvir edebilen Nirvana. Değersizim, hiçbir şeyim ama harikayım. Yine de bu sonsuz yaratıcılığın benim bünyemde fehtedemediği bir tek mevzu var, yazı sonu oluşturma. Hala da yapamıyorum. Aha, yapamadım.

Pazar, Haziran 03, 2007

Sunday Bloody Sunday

Blog yazmak matematikle uğraşmak gibi. İkisi de oldukça zevkli oldukları gibi araya zaman koyma enseciliğini katiyen sevmiyorlar. En son geçerli kabul ettiğim yazıyı bundan tam bir hafta (+5 saat) önce yazmışım. Bütün hafta boyunca hep aklımın bir köşesinde vardı. "Bu hafta bir şey yazacağım", hatta bazen "Haziran'dan önce bir yazı daha yazacağım". Olmadı. Kah üşendim, kaha direkt yapmadım. Ayrıca belli olduğu üzere az evvel bir kez daha 029ur'un tapınağına uğrayıp "bak evladım blog dediğin böyle olur" dedim, kendi çapımda laf oyunlarına girişeyim dedim. Yapamam modunda olduğum için olacağı varsa da olmadı. Neyse ne diyordum ben, yazamamak değil mi? Ya, aslında yazamamak değil de (onu bir gün her blog sahibinin arkasına saklandığı klişe olarak kullanacağım) daha çok kafayı toparlayamamak. Tematik yazılar yazasım geliyor bazen. Ama onlar ciddi bir çalışmayı ve araştırmayı gerektirdiğinden çoğu zaman vazgeçiyorum. O yüzdendir ki yazdığım şeylerin pek çoğu tamamen emprovize şekilde o an yazılmıştır. O zaman da ancak o kadar oluyor.

Bütün hafta böyle gidip geldikten sonra bana ilham konusunda her daim yardımcı olabilmiş fotoraf sponsorum Flickr'a baktım. Aklımda hiçbir şey yer almadığı için rasyonel tanımlardan en hatırlamaya müsait olanı yazdım, "Sunday". Ki gerçekten Flickr fotoları genellikle yazmama destek olurlar. Lakin bu sefer pek olamadılar. "Sana Pazar günü ile ilintili 502,431 fotoraf buldum hayvan herif daha ne yani?!" dedi. Araştırmacı ruhum az önce geçtiği gibi pek mesai yapmaya niyetli olmadığından karşıma çıkan ilk fotorafı aldım, koydum. Güzelmiş ama, yani o kadar fena değil gibi. Neyse.

Belki adını ciddi ciddi kişisel bir probleme bağlayıp "yazamıyorum" demeliyim. Zira yazabileceğim konular aklıma gelmekte. Hayko Cepkin, Megadeth, Marilyn Manson, Travis ve Ozzy Osbourne'un hatta Deli'nin yeni albümleri, mayo reklamı hadisesi, yaklaşan ÖSS, Umut Sarıkaya'nın dönüşü.. Var oğlu var m.k.!

Bu başı, kıçı pek tabi kendisi de belli olmayan yazının özeti şudur. Bir, süreklilik esastır her şeyde. Bu klişe, öğütsel, saçma çıkarımdı. Gerçek olan şu şayet çok yakın bir dostunuz dertlerle sevişir olmuşsa siz de bir türlü kafanızı toparlayamıyorsunuz. Bu da bahane falan değil! Bir yazı konusu daha sadece.. Öyle işte.

Not: Evet, o kupon da yattı bu arada. En banko maçtan.

Cumartesi, Haziran 02, 2007

Heroes

Scrubs hatta Coupling'den beri beni bu kadar bağımlısı haline getiren bir dizi olmamıştı. Heroes yalnızca en sevdiğim dizilerden biri olmadı, aynı zamanda internetten indirdiğim, yeni bölümleri için gün saydığım, eski bölümlerini defalarca izlediğim, ciddi ciddi senaryoyu çözme işine giriştiğim pek az diziden de biri oldu. Baştan bir şeyi belirtmem de lazım sanıyorum. Çünkü şu ana kadar yazdıklarım ve devamında yazacaklarım benim hiç erişemediğim bir şansı bulmuş insanlara dehşetengiz abartılı gelecektir. Pek muhterem Lost izleyicilerine. Duyduğum ve tahmin ettiğim kadarıyla Heroes'dan fersah fersah ilerideymiş. Bundan mütevellit çok sefer ona da başlayasım geldi. Ancak sonra kendime "do you know what's the fuck is gonna happen if you'll overuse the kotalı internet saçmalığı?" diye sorup vazgeçtim. Asıl olan dönersek.

Aslında hikaye genel anlamda bakıldığında gayet klişe. Aynı şekilde mantık hatalarının haddi hesabı yok. Kurgu da benzer. Zaten dizinin asıl özelliği insana bütün bunları düşündüğünde "boşver! süper dizi" dedirtmesi bence. Yine de karakterlerin tekil hikayeleri üzerinde gayat başarılı olan yapım bu karakterleri bir araya getirecek ve sözde "save the world" olayını gerçekleştirecek sebepte biraz da olsa saçmalamış. Mesela 23 bölümden oluşan ilk iki sezondaki en merak edilmeyen şey final ve öncesindeki 4-5 bölümde konu edilen bu hadise. Ne oluyor? Bir grup pek yetekli insan, bir tane yeteneği diğer yetenekli insanların güçlerini kafalarını yarmak suretiyle almak olan kötü adam ve bunları bir araya toplayacak ve olayı "herolaştıracak" New York'un komple yerle yeksan olması. Genel olarak böyle. Ancak dediğim gibi karakterlerin kişisel hikayeleri (özellikle Claire ve Sylar'ın) bu bütünlemeden çok daha heyecanlı.

Post-modern dünyada artık her şeyde aranan ve bulunduğunda baştacı edilen "görsel samimiyet" burda da önemli bir faktör hiç kuşkusuz. Çünkü ne kadar çizgi romansal uçlara gidilmiş olursa olsun hem karakterler hem de hikaye örnekse bir Superman veya Angel'dan daha gerçekçi. Bir kere kahramanlar diğer her türlü benzer senaryodaki gibi güçlerini keşfedince işi gücü bırakıp kötü adam avlamaya gitmiyorlar. Daha çok bu güçlerini gündelik hayatlarına uydurmaya ve alışmaya çalışıyorlar. Gerçi bu durum gelecek sezonda kuvvetle muhtemel değişecektir. Yine de bu samimiyet mevzusunda dizinin bir demirbaşı var. Hiro Nakamura. Çoğunlukla dillerde "hiro çok tatlı ya" şeklinde görülen bir durum. Bende de oldu. Sonuçta yalnızca Hiro değil diğer birçoğu da bu şekilde yakın geliyor insana. Özellikle Mohinder, özellikle Matt, özellikle Ted.

Heroes bazen bir saçmalıklar toplaması olsa da, son yılların en berbat finali ile bitmiş olsa da sonuçta izleten bir dizi kendini. Hem de öyle böyle değil. Hımm.. Demek ki bir yerlerden bir şekilde acil Lost edinmem lazım. (Aslında tuhaf bir "Digitürk'ü olmayanların harbi 'gariban' eğlencesi hissiyatı da yaratıyor Lost'a karşı..)
top