Perşembe, Ağustos 30, 2007

Maux de la Nuit, Crainte..

Neredeyse bir aydır "kişisel" diye yazı yazmamışım. Bu demektir ki neredeyse bir aydır senin hakkında bir şey yazmıyorum. Önceleri asla sonu gelmeyecek gibi hissettiren cümlelerin böyle tıkanmış gibi göründüğüne bakma. Hatta onlar, senin göreceğin yanından süzülenler, asıl içimde, içimde yüzdüğün bir deniz var. Ben hala bu kalabalığın içinde yapayalnız hissetmektense, sensiz hissetmektense, dünyanın bir ucunda tek başımayım sözünü gururla giyerim. Kendime o zaman neden diye sormama gerek yok çünkü sebebi biliyorum. Hani bazı hayaller vardır daha kurulurken biten. Bu durum tam öyle değil. Bu daha çok ifşa edilince değersizleşen hayaller gibi. Ben hala hayal kuruyorum bu son savunduğuma inat. Mütemadiyen hayal kuruyorum. Onların içinde yer alırken plan bile yapıyorum. Kestirmeye çalışıyorum iyi senaryo ve kötü senaryo olarak geleceği. Vazgeçemediğim iki huyum var bunu yaparken. Birincisi kendimi bu hayallerin içine koymak, ikincisi ise seni bu hayallerin dışında tutamamak. Acaba derinlerde neleri düşlemeye kadar varabildiğimi bilsen fersah fersah kaçar mıydın benden? Yoksa sarılır mıydın hiç yapmayacağını düşündüğün gibi. Biraz olsun bir gün bir çılgınlık edip seni sevdiğimi söylesem lafına benzedi. Onun da sonu alay edip güler misin yoksa sen de sever misin diye bitiyordu. Ben ettim o çılgınlığı biliyorsun. Belki de fazla çılgınlık ettim ve bana yeterince kalmadı. Özgürlüğümü sorumlulukla takas ettim zira. Ancak pişman olmadım. Bana acı veren bir özgürlüktü senin haberinin olmaması. Şimdi sahip olduğuma inanmak istediğim sorumluluk ise olan bitenden artık haberdar olman. O yüzden gidişatına gayet uygun olsa da bunu benim belki de gizli bir bildiğim var elbette ağlarım benim can kırıklarım var diye sürdüremem. Gizli bir bildiğim yok artık çünkü. Olduğu zamanlarda burası bir ağlama duvarıydı zaten. Şimdi daha iş yerine, ağırlıklı olarak müzik dükkanına benzer oldu. Yine de senden bahsetmiyormuşum gibi görünmesi battı bana. Seni senin yerine tribe yatacak kadar seviyor olmanın anormal bir faaliyet olduğunun bilincindeyim ve sırf içinde sen geçtiği için bile gurur duymamı sağlıyor. Ama artık ne sen ne de o sıfatıyla bir şey yazsam eskisi gibi olur. Eskisi gibi olmasın da zaten diyorum aslında. Başlık bunun bir devam yazısı olduğunu müjdeliyordu, yani hiç değilse bana. O kadar lokal, o kadar kişisel bir blogdur bu. Orada iki fark gözünle çarpışmış olsa gerek. İlki ülser gibi bir sabahta yazılmıştı ve teması acıydı. Bu ise unplugged gibi bir gecede yazıldı ayrıca teması korku. Korkunun da baya bir süre biteceği yok gibi görünüyor, tıpkı bana hissettirdiğin diğer tüm heyecanlar gibi. Korkular çeşitli. Yanılmaktan korkuyorum. Fazla umutlu olmaktan korkuyorum. Fazla karamsar olmaktan da aynı şekilde. Bunlar olur biter bir şekilde de zaten en büyük korkum dibini görememek bu hikayenin. O kadar hayal kurdum, hala da kuruyorum dedim ya. Onlar hep süreç hayalleri. Yanlış saymadıysam 451 kadar farklı hayal ve hiçbirinin belirgin bir sonu yok. Sonra zaten oluruna bıraktım, sanki başka bir seçeneğim varmışcasına. Bir yandan da her şey bittiğinde küçük bir aşk yetiştirdim düzene yenik düştü ve ya beni sevmezsen yağmurları sev, sen sev yağmurları yağmurlar yağsın üzerime demekten de korkuyorum. Belki vazgeçtim dünyadan bile diyebilirim. Şu baya bir uzun olan süre boyunca da bilemeyecek olmak da ayrı bir derttir aslında. Bırak diyorum şu küçücük resmi, yetmez bize bu küçük esinti ama ne fayda sağlıyor ki bağırıp çağırmak. Nereye gider bu aşk?

Sanırım bu Fransızca başlıklı yazıların daha devamı olacak.

(bkn: Maux de la Matin, Douleur..)

Salı, Ağustos 28, 2007

Duman Neden Çok Sevilir?

Duman an itibariyle Türkiye'nin en çok bilinen/en çok dinlenen/en çok sevilen/en çok hayranı olan/en çok reşit olmamış dişi hayranı olan/en çok reşit olamayacak erkek hayranı olan.. diye giden pek çok etiketi taşıyan grubu olsa gerek. Şimdi yazının asıl maksadını ifşa etmeden önce birkaç şey söylemem gerekli. Bir, ben eskiden Duman için "3 akorlu basit şarkılar yazan bir grup" diyen insan ırkına dahildim. İki, Duman'ı hala Türkiye'nin en iyi rock grubu olarak görmüyorum. Üç, genelleme yaparsam Duman'ın hayran kitlesinin önemli çoğunluğu salak! Peki bunların az aşağıdakilerle ilgili ne? Hiçbir şey! O zaman sözü daha fazla uzatmadan.


Duman'ı farklı kılan ne? Üzerine çok uzun kelam etmek lüzumsuz bence. Duman dinleyen herhangi birinin vereceği cevap yeterli olacaktır zira, "çünkü damar". Zaten üzerinde kafa yorulması gereken grubun müziğinde bu damarlık faktörünün nereden geldiği. Bunu anlayabilmek için önce hayran kitlesine dikkat etmek gerekiyor. Çok büyük kitlelerce kabul edilmiş olmalarına rağmen Duman'ın Cem Yılmaz'dan farklı tarafları var. Çünkü Cem Yılmaz hayranı olan birini tanımadan kategorize etmek olanaksızdır. Herhangi bir sosyo-ekonomik kesimin herhangi bir ferdi olabilir. Ancak işte burada kesin olan bir nokta var ki Duman dinleyen birinin az ya da çok ama mutlaka rock müzikle bir münasebeti vardır. Yani bütün hayatını Serdar Ortaç dinleyerek geçirmiş bir denek Duman'ın müziğini büyük ihtimalle sevmeyecektir, zira içinde elektro-gitar vardır. Yani kitle bu. Kitle yıllar içinde sayıları katlanarak artan Türk rock dinleyicileri. Bu kitleyi de Duman'ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırmak mümkün. Sevmeyenler neden sevmiyor? Sevmeyenler bu müziği basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz görenler. Burada taşlama yapıyormuşcasına konuştum ama demek istediğim o değil. Yoksa benim de şahsen basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz bulduğum örneğin bir Demet Akalın yaratığı var, kişisel zevkler. Sevmeyenler ayrıca "özellikli" olarak gördükleri müzikleri dinlemekten ego tatmini yaşayan insanlardır. Bunların az bir kısmı da dinledikleri bu nitelikli müziklerin, bkn: Pink Floyd, kendilerini de nitelikli kıldığını zannederler ayrıca Duman sevmeyen herkes mutlaka Mor ve Ötesi dinler. Sevmeyen kitleyi kısaca dürttük. Seven kitleyi bu müziğe çeken ne ki? Neden Duman dinleyicileri için Duman'dan sonra her grup "daha az damar" dır? Neden Duman dinleyicileri Duman'ın müziğini itici değil içten bulurlar? Neden Duman "en harbi grup" olarak kabul görür? Bunun için az daha kazı yapmak gerekiyor.

Eğer 2059'dan önce Türkiye'de doğup büyüdüyseniz şimdi diyeceklerim size hiç de yabancı gelmeyecektir. Bu ülkedeki her bireyin ister istemez "kazandığı" bir arabesk kültürü altyapısı var. Bunun oluşmasının etkenleri pek çok. Yalnızca çocuklukta bilinç altına kazınan müzikler ve filmlerden değil. Onların da önemi çok büyüktür ancak onlardan öte bu arabeskin bir tür yaşam biçimi olarak tezahür etmesine mutlaka herkes tanık olmuştur. Çünkü herkes hayatında en az 190 kere dolmuşa binmiştir. Bunun gibi algısal sebepler ve zihnin derinlerine kazınan izler bir yere kaybolmuyor. Tıpkı kalan diğer izler gibi. Bundan sonra yazacaklarım açıkçası tespit değil tahmindir. Ben bu arabesk çiziklerini kafamda taşıyan ama arabeskten kesinlikle haz etmeyen biri olarak kendi gözlemlerimi an itibariyle ileri götüreceğim yalnızca. Mesela bu örnekte olduğu gibi arabesk sevmeyen biri, ben. Yine de bu kültürel kalıntılara (ki bir toplumun kültürel tabanının buna dönüşmüş olması ayrıca kaygı sebebidir) karşı çıkmak pek de mümkün değil. Çok açık bir örnek vermem gerekirse, metal şarkılarının bağlama ile çalınması kulağa güzel geliyor. Uzayan lafın kısası Duman'ın müzik türünün tanımında gayet açıkça beliriyor; "arabesk-grunge". Tabi şimdi "zaten grunge da gavur arabeskidir" diyenler çıkabilir. Onlara depresif her müzik türünü kendi alışık olduklarına indirgemeye çalıştıkları ve "indirgemek", "algı" gibi kelimeleri bilmedikleri için "çıkın lan dışarı" diyorum. ..ve devam ediyorum.

Aslında eğer arabesk-rock diye bir tür varsa bunun ağa babası Erkin Koray'dır. Ancak Erkin Koray'ın o kadar da dinleniyor olmadığı açık. Burada karışımın nasıl yapıldığı önemli. Erkin Koray şarkılarında ton daha ziyade arabeske yakındı. Oysa Duman müziği rock'ı arabesk yapmıyor, arabesk'i rock yapıyor. Böylece ortaya çıkan şarkıların rifflerinde, ritimlerinde, melodilerinde ve vokal tekniğindeki bu alt yapı insanların kafasında derinlerde kalmış o izleri uyarıyor. Rock müzik seven biri için "acı müziğinin" en geçerli karşılığı Duman oluyor. Elbette pek çok insan Duman'ı içinde bu tarz öğeler bulduğu için dinlemiyor. Zaten olay bunun pek farkında olunmaması. Duman'ın müziği dinlenirken aşina olunan bu kökler insana "işte budur" dedirtiyor cidden. Kulağa damar geliyor mu? Köküne kadar! O zaman problem yok. Yine de grubun sadece bundan beslenerek bu noktaya geldiğini savunmak da abartılı olur. Sonuçta bu adamlar (genellikle Kaan Tangöze) sağlam şarkılar yazıyor. Oky'nin de dediği gibi "Her yabancı grubun yerli bir kırması vardır" önermesi doğru olsa bile Duman için "Türkiye'nin Nirvana'sı" demek en edepli tabirle "bi' s.ktir git lan" denilesidir. İlla benzetilecekse etkilerinden dolayı "saykodelik" dönem gruplarına benzetilmesi çok daha yerinde olur. O yüzden Kaan Tangöze Kurt Cobain ve ya David Gilmour değil. Çok daha fazla Neil Young ve Orhan Gencebay "kırması" bence. Tabi Duman'ı bu kadar çok sevilen kılan yanlarından biri de hiç kuşkusuz tavırları. Ağzına "baba naber ya" lafı yakışan insanlar vardır. Bu grup insana bu duyguyu veriyor. Meyhaneye de bara da giden adamlar, maksat içelim güzelleşelim. Sonuçta dev bir grup değil gayet çıkıp müzik yapan harbi herifler olarak görünüyorlar insana. Bunu Mor ve Pipisi için söyleyebilir misiniz?

Kısacası arabesk artık inkar edip arınabileceğimiz bir şey değil. Uygun bir kılıf altında gayet de seviliyor. Yoksa arabesk'e dayanamayan hanım kızlarımızın Duman çalınca bağıra bağıra Çile Bülbülüm'ü ve ya Olmadı Yar'ı söylemeleri nasıl açıklanabilir? Duman dinleyicilerinin kültürel birikimlerinde arabesk ve (bahsetmemiş olsam da çok önemli bir oranda) gazel bulunmasından dolayı her zaman "en damar müzik" olarak kabul görecek. Bunun inkar edilmesi gereken bir yanı yok. Kaç tane Ah, Haberin Yok Ölüyorum, Hatun gibi şarkı sayılabilir ki?

Not 1: Mor ve Ötesi'ni severim.

Not 2: Türkiye'nin en iyi rock grubu Kurban'dır.

Cuma, Ağustos 24, 2007

Zengin Olmak Değil Salak Olmak Suçtur

O kadar zengin bir kızdı ki bana kıyasla. Herhalde şu çok iyi kazanan annesi ile babasının maaşları arasındaki fark, hatta aylık tuvalet ürünleri harcamaları bile benim annem ile benim babamın maaşları toplamından fazlaydı. Biz değildik fakir olan. Sadece onun götüne çok para gitmesi gerekiyordu. Kim demiş sadece kağıt diye. Götü değerliydi genel anlamdı. Biz değildik fakır olan. Oysa bizdik kabriyo yerine heçbek arabaya binen, onunla bir yere gidip gelen, onun bir Renault 19 olmasına şükür eden, gidip gelecek bir dost yanlarımız olduğuna şükür eden. Türkçe'yi severim. Sonuçta hem o kızın da hem de benim isteği götürülmek değil mi arabadan? Bizim kıçlar sadece nakliye edildi. Onunki ise özenle götürüldü. Hayatında hiç dolmuşa binmiş midir acaba? Hiç dolmuşlardaki o eşşiz Türkiye portrelenmesine tanık olmuş mudur? Genciyle yaşlısıyla, salağıyla akıllısıyla, ter kokanıyla çok ter kokanıyla mesela. Hiç orta sıranın ortasında oturmak zorunda kalıp sürekli yağlı para uzatıp geri yollamak zorunda kalmış mıdır? Hiç bunları yaparken gelecek ayın ilahı maaş gününe ailesinin ne badirelerden sonra gelebileceğini düşünmüş müdür? Hiç öyle bir ailesi olmuş mudur? Acaba ona "toplu taşım" desem "aa tek taş mı aldın?" diye sorar mı? Ya da uzayın hesaplarında matematiksel bir über-hata olsa ve biz onunla "sevgililer" olsak. O ve ben. O ve memur çocuğu. Salak, bok gibi para sahibi kız ve ben olsak ve ben hala bu boktan bıkmamışken 14 Şubat'a kadar gelse takvim. Ben ona bir çakıl taşı bulsam. Ona götürsem. Desem "benim için tek taşın değeri değil anlamı önemlidir". Peki tepkisi "ayy maal" dan daha ileri bir düşüncenin dillenmesi olur muydu? Arkasını dönüp gitse kabriyo arabalı bir Yonja-Male-Orospusu bulması kaç dakika sürerdi? Benim hayatta devamlı yaratmaya uğraştığım uzatma dakikalarından daha mı kısa? Yoksa çok olsa bir kısa Camel'ın bitmesi kadar mı? O nikotin kederden tüketilir. O ciğerler kederden tüketilir. Peki o kabriyo arabanın bilmem kaçbin "avroluk" müzik sistemi ömrü hayatında hiç Led Zeppelin, Mozart ve ya B.B. King çalmış mıdır? Açıkçası umurumda bile değil. Umurumda olan kısım; o bir kızdı. O bir erkek olamazdı. O sanki ondan bir eski sevgili gibi bahsettiğim için erkek olamazdı diye bir şey yok. Ne sevgili olması?! Tanrı korusun! O bir kızdı çünkü bir erkek olsa sadece bir erkek olurdu. Sadece bir gereksiz oksijen ve su tüketicisi olurdu. Sadece yanımdan geçip gttiğinde çevresindeki hayatı gerçek zannetmesine acıdığım biri olurdur. Yok. O bir kızdı. Bayadır tanıdığım bir kız. Zengin bir kız, salak bir kız. Oysa ben zengin olunmasından nefret etmem ki. Bana ne! Ben mi karışacağım insanların maddiyatına? Tabi ki hayır! Ama zenginliğini salaklığı ile dengeliyordu. Ben akıllıca kullanacak para bulmak için kıçımı yırtarken o salakça para harcayacak yer arıyordu. Her zaman böyle oldu. Ben yoktan var etmeye uğraşırken o elinde olanları yok etti ve hiçbir şey olmadı. Çünkü her zaman yenisini, daha yenisini alacak olanağı vardı. Geleceğini düşünmek zorunda olmaması iki günden öte geleceğini düşünmemesini haklı çıkarır mıydı? Peki benim geleceğimi düşünmekten şimdiki zamandan iki saniye bile çalamamam beni haklı çıkardı mı? Yoksa tanımadığım bir yaşlı adamın yıllar önce dediği "haklı olmak bir boka yaramaz bu hayatta" lafı doğru muydu? Yolun üçte birini tamamlamaya giderken ben.. Yaşlanıyorum ben. O ise giderek gençleşiyor sanki. Bu işte bir hata varsa da umursayacak yaşları geçtim. Artık tekrar çocuk olamam. Benim pek hayal ettiğim çocukluğu yaşama fırsatım olmadı. Olması gerekeni yaşadım. Koştum, oynadım, bileklerimi kanattım, çok utangaç olmama rağmen oldu bunlar. Yine de "yaşayamadım" demek daha ağır basıyor hala. Onun için de geçerli bu. Bir farkla; o yaşamadı. Herhalde o gayrimenkul şahı Barbie'nin yepisyeni evlerinden birini daha satın alıyordu kendi her zaman ufak kalacak dünyasına uygun boyutlarda. İşin trajikomik tarafı; o bir kıç oldu, bense bir kafa. Ben kendi yaşayamadıklarımı hiç değilse gelecek neslim yaşayabilsin diye uğraşıyorum, o ise kendi yaşamadıklarını gelecek nesline de yaşatmayacak. Çok olsa ana-kız kuaföre giderler benim ev kirama denk olmak için. Ben sanırım o sırada çirkin tırnaklı, Nazım Hikmet okuyan birini yetiştiriyor olacağım. "Ayy ne dio dnzz bu yaffs?!"


Yine de bundan tam 5 yıl önce o gittiği pek özel okulundan şikayet ederken ona sadece şunu sormuş olmayı isterdim. "Şu anda senden çok daha zeki, çok daha yetenekli, çok daha üstün biri köyünde çobanlık yapıyor, bir diğeri ise rezil bir devlet okulunun 58 kişilik sınıfında asimile olmamaya çabalıyor. Sen neden buradasın?.."

Perşembe, Ağustos 23, 2007

Tıraş Teknolojiler

Oky ilk defa blogal mimlenmeye maruz olmama sebep olmuş. Saolsunlar, varolsunlar. Ben de bari bir kişi eksilterek Gökçe ve Erdal'ı ebeledim. Efendim kategorizasyonumuz gereksiz, teknolojik şeyler. Açıkçası başta aklıma bir b.k gelmemişti. İlerleyen saatlerde de gelmemişti. İlerleyen günler için de pek muhtemel söyeleyebilirim bunu. Zira şu an bile aklıma bir şey yok. Yine bir denemekte fayda var. Buyrunuz.


Windows OS


Bu tarihin en saçma sapan icadıdır. Üstelik bir icat bile değildir, çalıntıdır. İronik olarak aynı zamanda tarihin en başarılı pazarlanmış ürünüdür. Araklayıcısı Bill Gates'i de tüm coğrafyaların en zengin insanı yapmıştır. Peki Windows'u, şu tekel Windows, şu benim de kullandığım Windows'u saçma bir teknoloji kılan nedir? Bunu anlayabilmek için önce biraz geriye gitmek gerekiyor. Apple'ın kuruluşuna kadar. O zamanlar Steve Jobs ve Bill Gates beraber çalışan iki genç iken Jobs "masaüstü bilgisayarı" denen şeyin bütün yazılımlarını çalıştıracak bir ana yazılım fikri buluyor ve bunu geliştiriyor. Ortaya bugün de hala aynı adla var olan MacOS çıkıyor. Fakat Macintosh yazılımının profesyonel ve pahalı oluşu bazı sıkıntılara yol açıyor. Bunun üzerine Gates, MacOS'un açıkça çakma, daha ucuz, özelliksiz ve en önemlisi kapalı kaynak koduyla çalışan bir "varyasyonunu" üretiyor. İşte o ürettiğinin adı da Windows OS oluyor. O tarihten bu yana Steve Jobs'un/Apple'ın ürettiği her şeyin Bill Gates'ten/Microsoft'tan en az 5 yıl ilerden gittiği görülebilir. Bunun bazı çok bilinen örnekleri MacOS, çift çekirdekli CPU, iMac ve iPod'dur. Devamlı olarak sorun çıkaran, üstelik çalıntı, üstelik tekel olan Windows'un asıl risk yaratan faktörü dediğim gibi kapalı kaynak koduyla çalışıyor olması. Daha açık olarak; kimse Windows'un bilgisayar kullanırken kaydına aldığı bilgilerle ne yaptığını bilmiyor. Çok mu paranoyakça geldi? Neden o zaman örnekse Almanya devlet dairelerinde Windows kullanımını yıllar önce yasakladı? Ya da neden internetin bu denli yaygınlaştığı bir dönemde çok rahat bulunabilecek illegal windows kopyaları hakkında Microsoft bir şey yapmıyor? Emin olun ki "ee çok paraları var zaten" diye düşünmek çok safça olur. Hiçbir firma çok ufak dahi olsa karından vazgeçmek istemez, daha büyük çıkarları olmadığı sürece..

Bu kadar lafa bile gerek yok aslında. Windows OS 20 yıldan daha uzun bir süre önce çıktı ve hala aynı taş çağı teknolojisi olan DOS ile çalışıyor.


İçten Yanmalı Motor

Bilinen adıyla petrol türevleriyle çalışan motor. 100 yıldan daha uzun süre önce icat edildiğinde gerçekten de dahiyene bir fikirdi ama zamanının 40 yıl önce dolmuş olması gerekirdi. Şu anda dünyanın ağzına s.çan en önemli faktörlerden birini bu tip motorlarla çalışan taşıtlar oluşturuyor. Başta doğalgaz olmak üzere alternatif yakıtların yaygınlaşmasının önündeki en büyük sebep de bu tip motorlar. Gerçi kurşuna dizmeleri pek meşhur petrol devlerini de unutmamak lazım. Son derece basit ve son derece kötü bir teknoloji. Tamamiyle gereksiz. Üstelik modern yaşamda kullanılan en özelliksiz icat. Yani elinizde plazma televizyon varken adeta bir basketbol topu kadar bombeli bir ekrana sahip bir siyah-beyaz televizyon kullanmak gibi.

"Ama sesi süper çıkıyo bee zikerim atmosferi" diye düşünen bir geri zekalının zaten bu blogda işi olmaz ama yine de diyorum ki; "s.kerim senin sağ ayağını. ben otomobil hastası adamım lan. bak o profil bölümünde ne yazıyor. hah! şimdi akıllı ol."


Şapka

Tamemen gereksiz bir teknolojidir kanımca. Bir b.ka yaramadığı gibi (aslan gibi saç var) rahatsızdır, kötü görünür, çok kötü görünür. Ayrıca ter yapar.


Rapidshare

Torrent gibi bir nimet varken Rapidshare vasıtasıyla büyük şeyler (diskografya, dizi, film, güzel film, vs.) indirmek daha doğrusu. Hoş, kotam bir tanem sağolsun pek hayır/zarar görmek nasip olamadı bugüne kadar.


Demokrasi

Buna gereksiz demek yanlış kesinlikle. Doğru sözcük "tehlikeli" olmalı. Durumu izah eden yeterince örnek girmedi mi? Nokta.

..aslında pek bir b.k bulamadım cidden. Kesin sonradan aklıma gelir de dellenirim ben. Neyse.

Pazar, Ağustos 19, 2007

4 Paragraflık Saygı Duruşu: Nirvana

- Ben asla onları canlı görecek kadar yaşlı olmadım. Asla dünyayı yerinden oynattıkları dönemlere şahit olmadım tıpkı onlarla ilgili içimde ukte olarak kalan diğer pek çok şey gibi. Ama onlarla tanıştığım zaman birinin bu müziği keşfetmesi için en uygun yaş olan 13 idi. Etkiledi, değiştirdi, yeniden yaptı, yol gösterdi, kaybettirdi, bitirdi, yeniden başlattı, bağırdı, ağladı, nefret ettirdi, deli gibi sevdirdi ama asla susmadı. Bu bir erken ergenin en iyi arkadaşına, bu dünyada üretilmiş en güzel müziğe, bu hayatımın grubu dediğim iki addan birine, daha derin ve daha benim olana, bir saygı duruşudur.

Sarı tonlarda, bulanık, dehşet bir video hatırlarım. Kasvetli safran rengi içinde headbang yapan gençler, anarşi işaretli t-shirtler giyen ponpon kızları, davulların arkasında yüzü pek görülmeyen uzun saçlı bir adam, ilk görüşte "herhalde dünyanın en uzun insanıdır" diye düşünülen bir basör ve hepsinden ziyade sarışın, gitarıyla kendinden geçen bir adam. Anlaşılmayan bağıra çağıra sözler ve gürültü, mükemmeldi. O video tabi ki Smeels Like Teen Spirit'ti. Televizyon ekranında belirmesi için dua edilen birkaç klipten biri olan. İlerde asıl olarak ortaya çıkacaktı. O zaman sadece küçük bir çocuğun zihnine kazınan ufak bir izdi. Tıpkı Led Zeppelin, Deep Purple ve Queen gibi. Yıllar sonra anlaşılacaktı.

Bir sokak tezgahından 2 milyon lira gibi bir paraya almıştım üzerinde "NIRVANA FULL ALBUMS MP3" yazan CD'yi. Sonra eve varıldı ve o CD çalınmaya başladı. Winamp denen şeyin telepatik bir gücü olduğuna inanmam da o tarihlerde başlar. Çünkü ilk çalınan parça "Lithium" du. "I'm so happy cause today I found my friends, in my head I'm so ugly that's OK 'cause so are you" diyerek direkt olarak enjektör hissi yaratan sözler ve daha önemlisi, en önemlisi, şu diğer bütün müzik türlerinden öte olan şey duyuluyordu. Grunge, adı ne olursa olsun tapılası olan bir şey için herhalde bulunabilecek en güzel isimdi. Buydu işte. O dönem müzikal olarak aradığım nerdeyse her şeyin karşılığı. Daha önce doğmuş ve daha önce 13 yaşında olmuş biri olsam da aynı şeyleri hissettirirdi bana Nirvana, zaten Nirvana herkesin o dönemidir. Benim gibilerde biraz daha, yıllarca, sürmüştür. Grunge'ın diğer grupları, mesela Pearl Jam ve Blind Melon, çok iyi olmalarına rağmen o kadar keyif vermiyordu. Keyiften de öte tatmin edici bir müzikti Nirvana'nınki. Dürüst olmak gerekirse onca yıldan sonra hala bu müziğin hissettirdiklerini anlatacak doğru kelimeleri bulmak çok zor geliyor bana. Belki de Nirvana'yı farklı kılan da buydu. Diğer bütün müzikler ve gruplar az ya da çok çaba gerektiriyordu ve müziğin ayrı bir olgu olmasına engel olamıyorlardı. Her zaman "müzik ve ben" vardı. Ancak Nirvana'da iki ayrı şey yoktu. Lithium'un o çalan ilk notalarından an itibariyle çalmakta olan Drain You'ya kadar sürekli bütünleşik olarak var oluyordu. Kendimi içinde hissettiğim müzikti. Daima reddettiğim, farkında olduğum ama engel olmadığım "ergen alıgısı" için en kesin dışa vurumdu. Dağıtmadı, çoğu zaman yeniden topladı. 13 yaşında biri için gerçekten kabul gören tek müzikti. Hatta bu durumu kendim de tuhaf buluyordum. Sonuçta her zaman olduğu gibi o zaman da geniş sayılabilecek bir yelpazeden sesler toplayıp dinleyen biriydim ancak bu grup diğer hepsinden (Dire Straits'den bile!) ayrıydı. Gerçekten de Nirvana bir dönem insanın hissedebileceği her şeye bir fon müziği olabilen yegane gruptu. Something in the Way'le çöküp, Where Did You Sleep Last Night'la isyan edip en sonunda Jesus Doesn't Want Me For a Sunbeam ile ağlamak hiç de zor değildi. Ve ya bir duygusal karşıklık halinde Heart-Shapped Box dinlemek, ve ya moral düzeltmek için All Apologies dinlemek, ve ya sırf insanlara ve hayata karşı olan öfkeyi dillendirmek için Anerurysm dinlemek. Hepsi.

Tabi Kurt Cobain bütün bunlardan sorumluydu. Sadece benim müzikal yönelimlerimde de değil genel olarak müziğin gidişatını değiştirmeysiyle. O bir sonraki adımı herkesten önce görmüştü. Bu yüzden debut sayılabilecek bir albüm çıkmasıyla birlikle başka Micheal Jackson'ı sonra R.E.M. ve Metallica'yı bir önceki sayfaya gömdü. Nevermind benim de en sevdiğim Nirvana albümüdür. Onun dışındaki bütün Nirvana albümleri, her biri harkulade olsa da, Nevermind'ın altındadır. Kanımca komple albüm bütünlüğü olarak onu izleyen ikinci kayıt efsaneleşen '94 MTV Unplugged'ıdır. Orada, Nevermind'da, In Utero'da ve diğerlerinde gidip şarkıları yazan, ülserli çığlıklar atan fenomendi Cobain. Ben onun "liderlik" ettiği kuşakta değildim ama benim için de bir idole dönüşmesine engel olamadı bu. Yine de bu gözümdeki idollüğü dönemsel olarak değişerek kaldı. Kurt Cobain sürekli olarak acıdan, mutsuzluktan, melankoliden, eziklikten ve başarısızlıktan bahseden biriydi yazdığı şarkılarda. "I'm worst at what I best and for this gift I feel blessed", "Rape me, rape me again" ve kısaca "pain!" gibi sözleriyle o 13 yaş için tam anlamıyla bir ilahtı. Bu daha sonra kronolojik olarak mükemmel şarkı yazarı, duruşu olan adam ve basitçe Kurt Cobain'e dönüştü. Onun çizdiği "sıçtın vazgeç!" yolundan gitmeye cesaret edemedim, kimse edemedi. O bile edemedi aslında.. Yine de aynı kalan hep Kurt Cobain olması oldu. Ne yaparsa yapsın o Kurt Cobain. O bizim yaşadığımız dönemin Jimi Hendrix'iydi. O yaşamış son büyük şarkı yazarıydı ve hala Nirvana'nın yarattığı müzikal depremi tekrarlayabilen olmadı. Sadece Britanya'dan üç grup buna biraz olsun yaklaşabildi. Onlar da saygı sırasında göre Radiohead, Oasis ve Coldplay'dir.

Zaman geldi geçti. Binlerce sefer tag'inde "Nirvana" yazan şarkılar çalında. Nice değişik ruh hallerinde burada, tam zihnimin içinde oldu. Nirvana bir dönem her şeyi beraber yaşadığım gruptur. Hala yeni akımların saçmalıklarından kaçmak için ilk sığındım şeylerden biridir. Bir gün Nirvana dinlemeyi bırakacağımı zannetmiyorum. Bazen azalabilir ama her zaman "hayatımın grubu ulan!!" olarak kalacak. Bu arada Nirvana'ın en sevdiğim şarkısı In Bloom'dur. Elimden geldiğince "vefa borcumu" ödemeye çalıştım. Bu hiçbir şekilde Nirvana'yı yeterince anlatabilen bir yazı değildi zaten lafla izahı pek mümkün olmayan bir şeydir Nirvana. Sadece bir müzik grubu olarak görmekse düpedüz haraket olur.

..yıllar sonra Nirvana'nın son nefesini vermediği, onun Courtney Love sürtüğü tarafından tutulduğu, anlaşıldı. Nirvana son nefesinde de sonuna kadar sert, sonuna kadar içten, sonuna kadar bizim/benimdi. Kurt Cobain öldü, huzur içinde yansın. Geriye asla sönmeyecek bir ateş bıraktı, ironik olarak kendini yakarak. Son cümle hem onun bütün yaptıklarına hem de Nirvana'nın son nefesine ithaf olsun; you know you're right..

[MP3] Nirvana - You Know You're Right

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Olan Biten 4

- Uzun zaman olmuştu değil mi Olan Biten'in son sayısının yayımlanmasından bu yana? Bakalım blogun en ilgi çekmeyen uzantısı olmaya devam ediyor mu? Gerçi bundan daha enteresan kategori fikirlerim var ya. Neyse.

- Internet Explorer'da yaşanan yandan yeme sorunu (sonunda!) düzeltildi. Header ve footer da değişecek. Şu anki header geçici kullanımda. 2002 Avusturya GP'sinden bir kare. Jacques Villeneuve ve BAR-Honda 004. Merak edilmesi ihtimaldir diye. Sade/kemik tasarım korunarak bazı görsel değişiklere gitmeyi düşünüyorum. Ayrıca ufak bir radyo ekledim yan tarafa. Bugüne kadar Last.fm'e "dinledi, evet" diye onaylattığım şeylerden hunharca karma yapmak suretiyle çalışıyor.

- Birkaç gecedir aklıma takılmış olan ve tam olarak değil birazcık bile ifade edip edemeyeceğimden şüphe duyduğum bir şey var. Düz olarak anlatılamayan her şeyde olduğu gibi burada da örneklendirme kullanılmıştır. Örneğin 1900'lerin başında yaşayan bir çocuk düşünün. Özellikle böyle bir tarih aralığı seçtim çünkü hem çok eski olamayacak kadar yakın hem de çok eski olacak kadar 20. yüzyılda. Bu çocuğun dikkatini çeken, mesela onu şiir yazmaya yönlendiren, şeyler neler olabilir? Muhtemelen şimdiden çok farklı şeyler. Renkli bir araba, belki yalnızca bir araba. Bir manzara görüntüsü. Bir kadının pardüsüsü. Sonuçta artık ilham özelliği çok da yetkin olmayan şeylerden. Bilmiyorum bu genellendirebilir bir yargı mı ama benim şahsen yaşadığım bir his var. Geçmiş zamanda bu tarz şeylerle uyarılan dönem insanlarının bizden farklı olan düşünce yapılarının zaman ilerledikçe adeta basitleşmesi. Bu Orta Çağ dönemi edebiyat eserlerine neden olmuş şeyler için de bu örnek olarak kullandığım 1900'ler için de geçerli. Bu zamanların hepsi 1950'den önce idi çünkü. Zamanla değişen insan düşünce yapısı geçmişteki örneklerini gıpta ve kendine üzüntüyle anıyor. Çok basitçe "adamlar zamanında nasılmış be" lafı özetleyecektir. Zamanla giderek hızlanan ve hissizleşen hayat sürecinden bunun yaşanıyor olması belki anlayışla karşılanabilir bir nebze. Zaten benim de demek istediğim bu değil. Demek istediğim bu herhangi bir geçmiş zamana ait kafa yapısı irdelenirken şu an sahip olunan zihin özelliklerinin açıkçası harcanıyor olması. Sanki insanlar hala tam da şimdi bıraktıkları izlerin tarihi oluşturacağının farkında değil, mağra adamı dönemindeki gibi. Buna daha anlaşılır bir örnek vermek de mümkün. Örneğin (benim gibi) hayatın gitgide yozlaştığını düşünerek 70'lerdeki ortamı yakalamaya çalışan, bu yüzden kendine dağlarda bir çiftlik alan bir şarkı yazarı gibi. Buna yanlış diyemem ama şimdi zamanın uyaranlarının reddi bence saçmalıktan öte değil. Biz bugünü yaşıyoruz ve bence yalnızca geçmiştekilere bakmaktansa şu anı, şu anın içinde bulunmamızı ve zihinlerimizi direkt olarak uyaran bu uyanları daha etkili değerlendirmek gerekli. Yani evet "kablo tv kesildi ve o an adeta mavi gökyüzünün içinden bir karanlık kapladı dünyayı" diye şiir/şarkı/edebiyat/sanat olur!

- An itibariyle bana hüznün görsel karşılıklarını yaşatan, bir filmi hatırlatmakla başlayan iki şarkı var. Ama bu filmler öyle bol bütçeli, renkleri siyah-beyaz olsa bile canlı olan, slow motion ağlama sahneleri görsel düzeltmelerle dolu ve o sahneler adeta arkadaki müzikleriyle ilahlaşan birer kusursuz görsel pürüzsüzlük oluşturan Moviemax filmlerinden değil. Bu hüzün harbiden hüzün. Gecenin köründe 80'lerdeki iç acıtan renk skalalarından kalma bir TRT filmi. Benim kadar "photoshopsuz". Zımpara gibi iniyor insanın içinden müziğin anları dakikalara dönüştükçe. Bana kaybettiklerimi hatırlatıyor, kaybettiğimi, onu. "Kaybetmem sanmışım ben onu, boşa inanmışım". O şarkılardan birinin içinde bu laf geçiyor. Ogün Sanlısoy söylüyor. Daha önce hiçbir Ogün Sanlısoy şarkısı bu kadar güzel olmamıştı. Ben ne şanslıydım, Saydım'ı damar bir şarkı zannediyordum. Oysa.. oysa! Üstelik bu şarkı bana artık gelişini beklemediğim bir trenin son hediyesiydi. "Kaybettik severken". Bu müzik fena bir şey. Mesela bu şarkı çalıp duruyor, tınıları sarıyor etrafımı. Durduğum yerde bir anda o TRT filmine dahil oluyorum. Bir göz açıp kapama daha ve Eminönü'ndeyim. Gün batımı yakalanmış. Rüzgar hoş değil bu sefer, sadece serin tokatlar atıyor. Yitip gidenlerin o denize dönüşmesi, sonbaharın gelişini hatırlatıyor bana. Zaten yaşamanın anlamsızlaştığı günlerin kısalacağını haber ederken. Ah müzik diyordum. Ona bir de keder ekle. İşte olan biteni yoktan var eden bu. Tek adım atmadan nerelere gidiyorum, nerelerde bırakıp geliyorum kendimi, kimde kaldı ben? Müzik etkili bir ilaç/zehir. Bakınız şimdi bütün o Semih Cumhuriyeti hissiyatını bir anda yer ile yeksan edecek Oasis'ten Sunday Morning Call. Değişen bir duygu yok aslında. Yine geride kalanlar ve geriye dönüp bakmaktan boyun fıtığı olmuş bir zihin. Ama bu sefer müziğin götürdüğü yerler daha uzak. Bir Londra yağmuru altında, kalabalık bir sokakta, kapşonun sağladığı korunma hissine bahaneyle göz yaşlarının yağmur damlalarınca gizlenmesine izin veren biri. Vay be bana bak! Yok, kimse bakmıyor zaten. Başka zaman olsa belki "bu kalabalığın içinde yapayalnız hissetmektense dünyanın bir ucunda tek başımayım" demeye istekli olabilirdim ama bugün değil. Noel Gallagher bu kadar derin bir vokale sahipken ben bu yağmuru bırakamam. Bırakamıyorum da zaten. Ayrıca açıklamaya ne gerek varsa.. ve göz yüzü parçalanıyor adeta. Slow motion'dayım. Yüzümden ve parmak uçlarımdan süzülen damlalar ile ekranın başındaki dişilere ve duygusal olmayı başarabilen erkeklere "yazık ya çocuğa" dedirten bir görüntünün nedeniyim. İki şey olmasaydı belki bu güzel olabilirdi. Belki bu gerçekten bir rol olsaydı, belki rol ya da değil benim o halimden o da haberdar olsaydı. Unutamamak değil de. Şu artçılara mani olamamak. "I'm not sure if it ever works out right, but it's ok. it's alright"

- Abdullah Gül'ün resmi olarak hepimizi kucaklamaya aday olduğu geçtiğimiz günlerde açıklandı. Kanımca şeriat korkusundan ziyade endişe edilmesi gereken şeyler var. Bununla ilgili daha sonra daha kapsamlı bir şey yazacağım sadece demokrasinin az gelişmiş toplumlarda çok ciddi bir risk olduğunu hatırlamadan edemiyorum.

- mnskym yurtici kargo!

- 26. (Kişisel Bi’ Sayaç Şeysi)

- Nouvelle Vague ve Juilette and The Licks harkulade gruplarmış! Muntazaman Human Fly ile bünyeyi şaraba yatırmak hemen arkasından bir Sticky Honey çakmak lazım.. ve ben o günlerde Radar Live'da değildim değil mi? Çok başarılı..

- Komutan Uçan Tekme de fena değilmiş. Sonuçta Teoman'a ayar verenleri sevmek, bağırlara basmak lazım.

- The Masterplan'a benzeyen bir Olan Biten oldu. Benzetmeden kastımı yakalayanlarla bir gün mutlaka Oasis'i izlemeye gitmeliyiz. Kadrolu yavşak Liam Gallegher'ın sözleri gelir aklıma; "Şu dance-rock denen b.k rock n roll'un stadyumlarda kolkola şarkı söylemek olduğunu unutturdu insanlara". Çok doğru, değil mi kemalcan'ım ciğerim?

Salı, Ağustos 14, 2007

Karayolları Genel Müdürü 2

Yine buradayım. Kendimi rahat hissettiğime inandığım yerde. Hiçbir yerde! Belki bundan önceki benzer seyahatimi hatırlayan birkaç iyi insan vardır. O da buna benziyordu. O zaman da aslında hiçbir yerde olmamak bana huzur vermişti. Hareket ediyordum. Gördüğüm hiçbir şey algının yakalamasından uzun sürmediği için üzerine dertlenmeye fırsat kalmıyordu. Böyle sakınıyordum. Hareket haline olmak, her an başka bir yere, başka bir çift göze ait olmak güzel geliyordu. Üstelik istediğim kadar hızlı uzaklaşabiliyordum oradan, tıp istediğim an istediğim ana yavaşlayabildiğim gibi. Yine bugün olduğu gibi arabamdaydım. Yine cadde ışıkları bana cennetin yansımaları gibi gelirken cinnetin olabilmesini bile düşünmeyecek kadar mutlu oluyordum. Yalnız kalmak da değil bu. Her zaman/mekan kombinasyonunda yalnız kalmak mümkün. Diyorum ya muntazaman, bu farklı. Yolda olmak, harekette olmak, kendini tamamiyle kendini düşünmeye adayacak kadar bağımsız olmak. Evet, ben bunun çok benzerini daha önce yaşamıştım ama bir dev farkla. O zaman bir şeyi arıyor, bir şeye doğru gitmeye, o şeye ulaşmaya çalışıyordum. Ne olduğunu da tam olarak bilmiyordum belki ama orada bir yerlerde olacağını bilmek bana güç veriyordu. Oysa şimdi bir şeyden, bildiğim bir şeyden kaçmak için yoldayım. Uzaklaşabilmek için. Bitirmek için değil de bittiğini kabullenebilmek için.

Her zaman dijital müzik çalarların benden nefret ettiğini düşünmeme neden olacak kadar şansız olmuşumdur şu karışık şarkı çalma modu hakkında. Her defasında en olmaması gereken zamanda en olmaması gereken şeyi bulup denk getirebilmek büyük bir başarı olsagerek. Ama bu sefer ipimi kendim çektim ve gerçekten o an en olmaması gereken şarkıyı açtım; The Unforgiven. Ne sözleri ne de başka bir şey. Zaten ben bu şarkının asıl sözlerini hatırlamıyordum bile. Çok uzun zaman önce o'nun etkisinde değişen algılarım bana kendi kafamda çok farklı sözler yazdırmıştı bu şarkı için. Bir kere "unforgiven" demiyordum, başkaydı o yere koyduğum. Nerdeyse her şarkının her yerine sokmaya çalıştığım iki kelimelik bir öbek. Asla bana ait olmamış bir kelime grubu ama o kendine öyle hitap edilmesini çok severdi benim sevmediğim biri tarafından.. Ben kapıldım gittim şarkıya. Şeritler şeritleri izledi. Bir an durup kendime gelebildiğimde ilk çektiğim off tan buraya kadar olanları hatırlamıyordum bile. Gördüğüm insanlar, gördüğüm şeyler, verdiğim tepkiler, hiçbiri yoktu. Kafamdakiler bile toplanmıyordu o an ama duramazdım. Devam etmeliydim. Ben bir zamanlar çok sevmiştim, o'nu. Bunu benim bitirmek zorunda kalmış olmam bana annemi kendi ellerimle canlı canlı gömmek gibi gelmişti adeta. Zordu, çok zordu ama yapmak zorundaydım. Bütün bunlar nihayete erimesinden kelli benim yola düştüğüm bu geceyse hiçbiri önemli değildi. Aşık falan değildim artık. O'nu da düşünmüyordu ne kalbim ne de aklım. O sırada benim kafam noksan kalanlara takılmıştı. Kişiler değildi artık özne olan, durumun kendisi de değildi. Bitmiş olmasıydı. Başkası olsa en zorunu atlattığımı söyleyip beni rahatlatmaya çalışırdı ama benim kendimden saklayacak tarafım yoktu. Daha zoru asıl şimdi geliyordu. Artık o'nu hayatımdan tamamen atmanın zorunluluğu gelmişti ve benim bunu nasıl yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Onu üzecek şeyleri son sözler olarak kullanmayı düşündüm, daha fenasını düşündüm, bunları hiç söylememeyi düşündüm. Çok şey düşündüm, çok şey yaşadım ben hepsi boyunca ve aslında bunların hepsini bir bir öğrensin istiyordum ama anlatmaya üşenmeyeceğimin garantisi yoktu. Belki de artık anlatmayı bile umursamıyordum. O benim için bitmişti ama arkasında yine bıraktı bir şeyler ve ben onları çözemediğimi fark ettiğim anda attım kendimi yollara, kalanlardan baş başa. Artık o'na inancım, sevgim, hiçbir şeyim kalmamıştı. Üzülecek şey yoktu artık uğruna, uğruna sevinilecek bir şeyin de kalmamış olması gibi. Sadece çalan şarkının bıraktıkları hüzünlüydü. The Unforgiven II çalıyordu, yine o'nun asla haberi olmayacağı şeyleri bana hatırlatan.

Sağ elim müzik çalardan R harfine gelmişken şimdi Radiohead dinlemenin beni sonunda 150 km ile bir duvara çaktıracağına karar verdim ve Rammstein açtım. Az biraz ego toparlaması da lazımdı. Daha iyiden çok daha iyi hissettim kendimi. Bir seferinde o'na "beni bu saatten sonra sen mi kötü biri yapacakmışsın?" diye çıkışmıştım bu sefer de "beni bu saatten sonra sen mi boş biri yapacakmışsın?" diye içimden geçirdim. Ben iyiydim kendimle yeniden, uzun zaman sonra o'nun olmadığı yerde. Elbette ki bu kadar fazla şeyler hissettiğim birini tamamen unutmam ve ya o'nu kötü anmam olanaksızdı. Zaten aslında buydu olan biten. Bu olanaksızlığı yaratan bendim, tamamen kişisel doğrularımdı. O'nun bana hissettirdikleri değil. Uzun ve karman çorman cümlelerde hayat bulan fikirlerin hiç değilse bu sefer bir sonuç paragrafı vardı. Kurtulmuştum. O zaman neden yoldaydım, neyden kaçmaya çalışıyordum? Bilmiyorum ama bir önceki yolculuğumda daha düzgün bir ifade yeteneğim vardı. Üstümdeki acı o zaman kat kat daha fazla olmasına rağmen. İronik ama hiç değilse artık rahattım.

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Pazartesi Depresanları

Eğer an itibariyle benim gibi uğruna "hass.ktir ya.." diyebileceğiniz şeyler varsa buyurun devam edin bu barbar ruh halini iyice deşecek bazı şarkılar topladım. Her biri, beni her dinleyişimde bir şekilde demoralize etmeyi başarmış eserlerdir. Moraller zaten bozukken daha da bozmanın manası ne diye düşünebilirsiniz. Şudur manası; madem düzelmiyor, madem düzeltmeye çalışmak beyhude o zaman bari moralsizlik düzgün yaşansın. Hem üzerine gitmenin işe yaradığı da çok olmuştur. En azından şu anda ne kendime ne de bir başkasına iyi gelebilmeyi başarabileceğimi sanmıyorum. Bu da böyle tuhaf bir müzik paylaşımı olsun.

Yine de lafı biraz daha uzatmadan duramayayım hadi. Bu depresyonist halimin nedeni akademik başarısızlık korkusudur. Yani en başta onun korkusudur. Korkulara inanmam, hala da inanmamaya çalışıyorum ama fazlasıyla gerçeğe yaklaştığı zaman korku bir varsayım değil olacak olan oluyor. Zorlayıcı bir durum. Bazıları için özgüven toparlaması çok kolay bir şey. Bunu nasıl yapıyorlar bilmiyorum. Ben riskten korkarım ama. Özellikle kaybedeceklerim çoksa. İnsanın kendisi için doğru mecrayı bulması ne kadar zorsa o mecrayı kendisinin seçmesi en az o kadar ya da onun beş katı daha zor. Bunu da çok kolay yapanlar var ama onların riske edebileceği çok fazla şey yok. "Büyük güç = Büyük sorumluluk = Sen s.çtın" lafını Spiderman'da Peter Parker'ın amcası söylemişti değil mi? Çok doğru bir laftı. Kim yazdıysa bozsun diyeceğim ama o kolaycılık olur. Asıl kolaycılık ne güzel bir şey olurdu şayet mantıklısı da olsaydı. Şu sıra "kolay şeyler eğlenceli değildir, ben mücadele istiyorum" diyecek halde değilim pek..

Yalnız bu şarkılar beni deştiği kadar diğer dinleyen üçüncü tekil ve üçüncü çoğulları deşmeyebilir. Zira kişisel deşimlerin deneyimlerinden yola çıkılmıştır. Falan filan.
[MP3] Oasis - I Can See It Now
[MP3] Pentragram - F.T.W.D.A.
[MP3] Robbie Williams - Misunderstood
[MP3] R.E.M. - All The Way to Reno (You're Gonna Be a Star)
[MP3] Velvet Revolver - Fall to Pieces

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Foo Fighters - The Pretender

Şimdiki zamanın en taş gruplarından biri olan Foo Fighters'ın Eylül '07 ortasında çıkartacağını açıkladığı yeni albümleri Echoes, Silence, Patience & Grace'den ilk single The Pretender bu hafta içinde yayımlandı. 1995 tarihli debut albümleri Foo Fighters'dan beri düzenli olarak bir öncekinden daha iyi çalışmalar üreten, bu süreçte pek çok eleman değişikliği de yaşayan ancak grubun beyni Dave Grohl sayesinde sürekli yükselen bir grafik çizen (üstelik bayadır hiçbir grup üyesi değişmedi) topluluk, ikinci albümleri The Colour and The Shape ile "Nirvana'nın yandan yemişi" imajından sıyrılmayı, üçüncü albümleri There is Nothing Left To Loose ile gerçek anlamda grunge'dan bağımsız bir grup olarak kabul görmeyi, dördüncü albümleri One by One ile artık "sağlam grup" olarak görülmeyi, 2005 tarihli çift disklik son albümleri In Your Honour ileyse diskografig ilerleme açısından "geleceğin R.E.M./U2'su" olarak görülmeyi başardı. Özellikle ilk yıllarda gruba çok fazla sıkıntı yaratan Nirvana kökeninin yıllar içinde müzik tarzının grunge'dan bariz şekilde rock'a kayması ve Grohl'ün üstün şarkı yazarlığı ile aşıldığı aşikar. Ben Foo Fighters'ın Nirvana'nın bile önüne geçtiği görüşüne katılmıyorum yine de halen var olan gruplar içerisinde kesinlikle en sağlam olanlardan biri Foo Fighters. Onların belki de en büyük başarısı süreçler içinde değişik zıt müzik akımlarından çok da fazla etkilenmeyip her zaman taş gibi bir rock müziği icra etmeye yönelmeleri oldu. Sonuçta saf rock müziği anlamında şu anda Foo Fighters'ın önüne yer alabilecek bir grup bulmak zor. Albüm kayıtlarındaki bu gelişim sahne performanslarına da yansıdı zaman içinde. Tamam, onlar dünyanın en iyi sahne grubu olmayabilirler ama bir gerçek var ki 7 Temmuz tarihinde Foo Fighters yaşayan en büyük performans gruplarından biri olan Metallica'nın arkasından sahne aldı ve seyirciyi gaza getirme konusunda Metallica'yı açıkça hurdaya çıkardı. Rolling Stone'un Temmuz '07 sayısında geçen bir laf durumu gayet iyi şekilde özetliyor. "Live Aid için Freddy Mercury neydiyse Live Earth için de Dave Grohl oydu". Tabi grubun bir diğer öne çıkan özelliği de video konusunda her zaman kült çalışmalara imza atmış olmaları. Big Me, Learn to Fly, Breakout ve Everlong ilk akla gelenler.

Yeni albüm ve The Pretender'a gelirsek; şarkı Led Zeppelin-vari bir giriş ile başlıyor (hatta Stairway to Heaven zannetmek gayet olası). Hemen arkasından Taylor Hawkins'in davulları ve hızlı bir riffi ile devam şarkıyı bir tek kelime özetler: gaz. Hatta bu açıdan bir benzetme de yapmak gerekirse: "Karbonatlı Sprite". Şarkı hiç değise bir önceki albüm In Your Honour'ın ilk single'ı olan Best of You'yu tarihe gömmüş durumda şimdiden. "What if I say I'm not like the others/What if I say I'm not just another one of your plays/You're the pretender/What if I say I will never surrender" sözleriyle nakaratı haykıran şarkının buna rağmen müziği sözlerinin çok önüne geçiyor. Taş sözleri olan, aşırı taş bir şarkı var elimizde. Loop'a alınıp arka arkaya 20-30 dinlenmesi olasıdır.

Yeni albümle ilgili beklentiler yüksek ve Foo Fighters bu beklentiler boşa çıkartmayacak gibi görünüyor.
[MP3] Foo Fighters - The Pretender

Echoes, Silence, Patience & Grace'in tracklist ise şu şekilde açıklandı:

The Pretender
Let It Die
Erase/Replace
Long Road To Ruin
Come Alive
Stranger Things Have Happened
Cheer Up, Boys (Your Make-Up Is Running)
Summers End
Ballad Of The Beaconsfield Miners
Statues
But, Honestly
Home


Foo Fighters
Official Site | MySpace'te FF | ekşi sözlük'te FF | FF Videoları

Cuma, Ağustos 03, 2007

Müzikal Karma 4

Buraya, bunu yazmaya gelmeden üç dakika önce bile aklımda olmayan ama an itibariyle üçüncü kez dinlediğim, bana üç yıl öncesinde olan üç mevzuyu hatırlatan Dilemma şarkısını anlatarak başlayayım diyordum. Daha sonra diğer şarkıları da düşünmem gerektiği gerçeği geldi aklıma. Bunun için last.fm profilime gitmiş olmamdan dolayı bir an irkildim. Ne dinlediğimi, üstelik çok dinlediğim neleri, hatırlamak için datalara bakıyordum. Bu bir kolaylık değil hata gibi geldi bana. Neyse, en nihayetinde aklıma bir türlü gelmeyen yazının girizgah kısmını yazmamı sağladı. Bir de playlist hazırladım. Üzerine doğaçlama yazabilir miyim diye düşündüm. Bu çıktı. (Cümle yazıldığı sırada henüz hiçbir şey çıkmamıştı.)

Dilemma ile başlamaktan daha üşengeç bir seçenek olmadığı için hemen ondan yola çıkıyorum. Bana yalnızca rock müzik ve varyasyonları dinlemediğim için büyük bir sevinç duymamam neden olan şarkılardandır bu. Sadedir, hoştur, "I love you and i need you, i do" der işte kısaca. Özettir. Aslında tamamen satsın diye üretilmiş, gerçek anlamıyla üretilmiş, şarkılardan biri olması pek de umurumda olmadı. Ancak bu şarkıya olan bütün iyi niyetli görüşlerim özellikle de "kaliteli" sıfatlandırmamdan utandım ilerleyen dakikalarda. Çünkü şimdi çalan şarkıyla bir önceki arasında uçurumlar fark vardı. Johnny Cash söylüyordu o eşsiz sesi ile God's Gonna Cut You Down'ı. Üstelik Dilemma'dan sonra öyle garip bir his yarattı ki. Neredeyse Cash'in vokali bana "vay vefasız" diyordu. Sonra bu şarkının bende yaratması gereken hislerin bundan çok daha ötede olması gerektiğini hatırladım ve baştan çalarak müziğin beni 2 dakika 38 saniye boyunca ele geçirmesine, her yerimde dolaşmasına izin verdim. Ne diyebilirdim ki? Uğruna uğraştığım her şeyin aslında çöldeki kum taneleri olduğunu bir açıdan acımasızca bir açıdansa iyi ki anlatıyordu "you can run on for a long time, sooner or later god's gonna cut you down" sözleri. Herhalde bu şarkının sözleri başka hiçbir müzik üzerine başka hiç kimse tarafından daha iyi işlenemezdi. Ağır, gerçekten ahenk yaratabilen, Johnny Cash'in neden "baba" olarak kabul edildiğinin açık örneği olan bu şarkıyı dokuzuncu dinleyişimdi ki artık geçmem gerektiğini anladım. "Tell 'em god's gonna cut you down" sözleri ile sessizliğe ulaşırken şarkının sonu rahmetle andım Johnny Cash'i. Aslından ondan bir de Hurt coverını dinlemek isterdim ama kaldırabileceğimi zannedemedim.


The Dandy Warhols'un Bohemian Like You diye pozitif enerji yüklü bir şarkısı vardır. Blur'ün Girls & Boys'u vardır. Madem Britanya'dayız, Robbie Williams'ın Let Me Entertain You'su vardır. Apollo 440'un Stop The Rock'ı bile vardır. Bunların hepsi insanı nedensizce salak salak güldüren, katiyen düşündürmeyen üstüne bir de dans ettiren şarkılardır. İyidirler, lazımdırlar. Benim için aynen bunlar gibi olan bir şarkı, aslen bir cover, vardı sırada. You Spin Me Right Round. Ben bu şarkıyı coverlayan adamı çok seviyorum. Vallahi ki. Umurumda değil fiziksel görüntüsünün marjinal olması. Müziğin önemi yerine görünüş saçmalığına önem verseydim zaten klasik müziği asla dinlemiyor olmam gerekirdi. Evet tahminleriniz doğrudur, Marilyn Manson. Aynı Megadeth gibi bugüne kadar yeterince dinlemediğime pişman olduğum sanatkarlardan. Mesela bu şarkıda da kelimenin tek anlamıyla "yardırmış". Yırtıcı vokaller, bir pop klasiğini metal riffleriyle güçlendiren müzik, tek kelimeyle muhteşem. Sözlerde benim çok hoşuma giden bir satır vardı. "You spin me right around, baby right round. Like a record baby right round". Nedense bana High Fidelity'de çalınması gerekmiş gibi geldi. Ya da sadece plağın dönüşünü getirdi. Sonuçta bir süredir aynen öyle right right döndürülen bir insanım ben de. Elbette bu halin değişik yanları da olmuyor değil. Değişik ruh hallerinde gezinen M.M. şarkıları gibi. Mesela buraya kadar bahsettiğim cover ile taban tabana zıt olan, insanın durduk yere .mına koyan*, her dinleyişimde beni bir farklı sefer yamultan bir şarkı var. O çalıyor. Come White çalıyor. Ben bu şarkıya bir eleştiri yazamam. Şarkı hakkında bile yazamam. Direkt olarak yaşıyorum çünkü bu şarkıyı. "You were from a perfect world, a world that threw me away today" lafını yaşıyorum. Tıpkı "there's something cold and blank behind her smile, she's standing on an overpass, in her miracle mile" laflarını yaşıyor olmam gibi. Hani bir şeyler olur biter daha doğrusu sen bitersin ve bitmiş olur ya. Bunlar olurken ve sen biterken kör olası şarkılar eşlik eder her şeye ama geriye bakınca bir şarkı kalır yaşanan/yaşanmayan her şeyden aklında. Herhalde benim için de o şarkı Coma White olacak. Bitiş cümlesi konusunda aklıma gelen tek şeyi bitiş cümlesi olarak yazmak istiyorum; hayatında hiç M.M. dinlemeyip sadece görüntüden yola çıkarak "ayy iğrenç" diyenlere koim!



Bir yanım "bu yazı çok uzadı" diye düşünüyordu ama benim sıradaki şarkıya çok büyük vefa borçlarım vardır. İstediği kadar uzasın, uzamazsa ayıp! Lene Marlin vardı bir zamanlar. Sitting Down Here diye bir şarkı vardı. MCM vardı ulan bir zamanlar. Bu şarkının bir klibi vardı. Göl kenarı gibi bir yerde geçiyordu. Kumsal vardır, karavanlar vardı, plaj ateşi vardı, Lene Marlin vardı akustik gitarı ile. Bir ateş başında, bir karavanda, bir ilerdeki iskelede şarkısını söylerdi. Her şey öyle tatlıydı ki bu şarkıya dair. Benim için de pek çok ilke neden olmuştu. En önemlisi bana ait olduğunu hissettiğim ilk müzikti. Yani o, müzik, bana aitti. Bana sahipti, ben de ona. İçimde çaldığını hissetmiştim. Bir insan için güzelliğin her şey demek olmadığını anladığım andı. O anı yaratan da bu şarkıydı. Demek istediğim benim aptal kutusundaki çirkin birine aşık olmam falan değil. Öyle bir salaklık olmadı elbette ki! Ama bakış açımı değiştirdi bir şekilde. Güzelliğin yanına karakteri koymama önayak oldu. Ben de artık soul müzik yapan hatunlara hasta olmaya hazır biriydim. İşin mübalağsı bir yana benim için Sitting Down Here, komple olarak, bir şarkıdan çok daha ötesiydi. Doğruluğuna inandığım pek çok şeyi temsil ediyordu. Sadelik ise bunlardan yalnızca biriydi. Ne üzücüdür ki bu şarkı bir one-hit-wonder idi ve Lene Marlin'de bu şarkıdan sonra kayboldu gitti. Belki öyle bir uğramıştı doğru zamanda, doğru ekrana.

Tam mayışıyordum ki Fight çalmaya başladı. Hani şu School of Rock filmindeki No Vacancy grubunun filmin başında çaldığı, neyse. Gülümsetti beni nedense. O kadar akustikten sonra çatır çatır hard rock insanı hareketlendiriyor işte. Arkasından bir sürü değişik müzik hakkında yazasım geldi. Kıraç olsun dedim, No Doubt olsun dedim, Alain Caron olsun dedim, Avril Lavigne olsun dedim, en son N.W.A. olsun dediğimde bu işin bir yere varamayacak kadar uzun olduğunu anladım ve vazgeçtim. Mütemadiyen vazgeçiyorum zaten şu sıra. Zaten aslında bütün yazı aşağıdaki video izlensin diyeydi.


Ah, 90'lar..

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

Fatboy Slim

Uyarı: Bu yazı b.k gibi küfür içerir.


Şu "zaman" dediğin kavram var ya; itin teki o bence. Gerçekten. Sorunluyum ben onunla. Onunla, şans denen şeyle, yer yer hayatın kendisiyle. Fakat bu zaman çok ayrı bir şey. Tamamen emsalsiz stresleri getiriyor kendiyle, daha da büyüklerini getireceğini belli ediyor, diğer büyükleri kendi defolup gitmesine rağmen ardında bırakıyor. Zaman diye neyi bilirsin? Bir ihtiyaçtan doğmuş süre sınırlandırması mı? Bir gün denen şeyin 86400 tik olması mı? Göreceli olarak konulmuş bir limitlendirme mi? Üzerine kafa yürütülen soyut bir kavram mı? İnsan algısının bir handikapı mı yoksa aynı algının dahiyane bir buluşu mu? Aslında hepsi. En çok da şu üçü; geçmiş, gelecek, şimdi.

Geniş zaman, zaman çok geniş bir şey. Bazen de çok dar, çok yetersiz. Maalesef göreceli işte. "İtin teki" olması da oradan ileri gelmekte zaten. Zaman geniştir dedim mesela. Bu da göreceli ve iyi bir manası yok. Zamanla ilgili hiçbir şeyin iyi bir manası yoktur. Zaman, geçmişte g.tüne girmiş, an itibariyle girmekte olan, gelecekte girecek olan ve ancak ölümle sonlanacak bu g.te girmelerin bileşkesidir. Peki genişten kastım ne? Şu. Zaman adam edilemez. Başını kapatayım desen kıçı açılır. Kıçını kapatayım desen baştan olursun. Yolu yoktur. Geleceğimi kurtarayım dersin, şimdiki zamanı yaşayamazsın. Anı yaşayayım dersin, geleceğin ipotekli olur. Ya da hiçbirini yapmaz geçmişe ağıt yakarsın böylece yalnızca geniş zamanda varlığının bir geçerliliği olur. Gerisinde yalan olmuşsundur. Sen kendini kandır, ben de kandırayım. Hepimiz kandıralım ve diyelim ki son derece masum ve salakça "hayır! hem geleceği düşünüp hem de şimdiyi yaşamak mümkün". B.k mümkün! O denilen ya kişisel düşlerde ya da filmlerde olur, yani olmaz. Birini seçeceksin. Ya geleceğinden ya da şimdiki zamanından olacaksın. Eğer şimdiye kadar bu yazıdan bir halt anlamadıysan benden şanslısın demektir. Çünkü aptal mutluluğu olsa da bunlara kafa yormadan yaşıyorsundur. Bir koşudayız ya hepimiz aslında. Arada benim gibi bir iki deli durup diğer koşanlara bakıp "neden?" sorusunu soruyor. O soruyu sormak mutlak bir karamsarlık demek değil elbette. Ben de depresif bir insan kılığına büründüğümden söylemiyorum ya geleceğin ya da şimdinin yalan olacağını. Maalesef gerçekler cidden, hakikaten, valla, acı. Neyse. Hani bir de mantığın s.çması denen şey vardır. Yani mantıklı görünen (ki çoğu zaman da öyle olan) şeylerin/kararların ileride hata olarak kabul görmesi. Gelecek zamana yatırım yapmayı tercih etmek de böyle işte. Ben burada şükürcü bir insan moduna bağlanıp "biz ki size hayatı sunduk siz ki ileriki zaman kaygılarınızla bugünü ıskalarsanız bir gün bir araba çarpar da üzülürüz" gibi bir laf etmeyeceğim elbette. Yine de bugünü bırakıp geleceğe yönelmek mantıklı görünen, mantıklı olan, benim de yaptığım ve çoğu zaman ciddiye alındığı kadarını geri ödemeyen bir şey. Tersi durumu yapalım, hepimiz anı yaşayalım sadece demiyorum, diyemiyorum.. Açıkçası g.tüm yemiyor. Biz şu para denen şeyin manasını fazlasıyla iyi bilecek kadar zengin olmamış insanlar geleceği toptan sktr etmeyi ancak fantazi olarak görebiliriz. Üstelik belki doğru olan odur da. Biraz olsun şimdiye bakabilmek. Doğru ya da değil tercih edilmeyecektir. Gelecek zamana yatırım yapıp şu kahrolası ipoteği (ki o da aslında insanın kendi endişelerinin yarattığı bir şeydir) kaldırmak her zaman daha "yapılmalı" görünecektir. Bu şekilde hem çok başarılı olup de şimdiki zamanı da yaşayabilen birkaç insan örneği yüzünden akımı takip eden yaratık da insan işte. Gerçi bir kişinin kazanacağını bile bile umut tacirliğinden nasibini almış ve cebinden 10 milyon çıkartırken aklına "çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin" gelen yaratık da insan. Buraya kadar "ne karamsar herif" diye düşünenler için gayet iyimser olduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim burada, bu yazıda öne sürdüğüme göre ya gelecek ya da şimdiki zaman tercih ediliyor. Ben hayatı tanıyorsam çoğu durumda ne an yaşanır ne de gelecek kurtarılır.. Bazıları hepsini yapabiliyorlar nasıl oluyorsa. Onlara hem hayranlık duyuyorum hem de nefret ediyorum. Konuşurken "vay .mına çaktığımın, harika" diyorum mesela. Galiba milletçe (bu arada belirtmeden geçersem ölürüm; bu "milletçe/türkler böyle" tarzı konuşmaktan da konuşanlardan da tiksinirim. hepsi "ayy ne mal bir topluaam" diyen mallardır çünkü fakat benim burada yapacağım doğru bir tespit ayrıca sevdiğim sağdığım da bir tespit kesinlikle küçük görme maksadım yok) küfür ederek övgü yapan insanlar olmamızda kendi noksanlıklarımızdan ileri geliyor. Biri bir şey yapıyor, bir şey meydana getiriyor, bir başarı elde ediyor mesela. Biz ondan hem kinle hem de hayranlıkla bahsediyoruz. Neyse, sonuçta zaman kavramının gelecek vs. şimdiki kısmından pek hayır göremediğimi senin de muhtemelen görememiş olduğunu yeterince kaşıdık.

Bir de zamanın dar olduğu durumlar var. Bu da tamamen zaman algısının o haldeki, o insanda ne şekilde olduğuyla alakalı. Git istersen bu "zaman çook geniş" lafımı Öğrenci S.kme Sınavı'na girecek birine söyle. Gerçi extreme örnek vermeye lüzum yoktu. Zaman her türlü yetersiz olmayı başarabiliyor. Zamanın olduğunu zannettiğinde bile ileride, mutlaka bir yerde o boş zamana ihtiyaç duyduğunu fark ediyorsun. Çocuklar için Cuma akşamları ne kadar uzun milenyumlar gibidir. Halbuki Pazar geceleri hep son dakika uzatmaları gibiydi. Ben o maçların bir çoğundan malup ayrılmıştım. Bir yerden, birine yetişmek de değil mevzu olması gereken. Bir an gibi geçip gitmiş yıllara üzülürken, geride kalanlara ulaşamamanın verdiği hissi yaşarken, çok sevilen bir şarkının sonu gelirken.. Zaman asla yeterli değil, asla da olmayacak. Zaman bir payda. İşte o yüzden maalesef şu adı bile rahatsız edici olan "zaman planlaması" gerekiyor. Planlı, programlı olmak. Ben pek yapamadım onu. Hatta bazen "bence her şeyin planlı olması yaşamayı anlamsız kılar" düşüncemin arkasına da saklandım. Herhalde bu kadar değerli olmasaydı üzerine bu kadar düşünmezdik zamanın. Eğer bu kadar değerli olmasaydı kaybı g.tümüze giren bir şey de olmazdı galiba. Ama gerçekte olan aynen böyle. Zaman, yaşam süresi, yaşamın kendisi, hepsi birbirine bağlı. Hepsi birbiri aslında. Genelde üçün biri olarak anlaşılmaya müsait olsa da öyle. Sonuçta pek de değişmediyse olan biten. Yine pek düşünüp hiç uyguma gösterildiyse zaman planlaması konusunda. O zaman ne yapmak lazım? Gereklilik kipinde ne uygundur bilemiyorum ama gerçekte yaşananı biliyorum. Plansız olduğu için hiç edilmiş zamanın arkasından düşünmek, biraz daha düşünmek. Belki en sonunda farklı bir noktadan isyan edip "ulan hiç bir bok düşünmeyen insanlar maddi manevi nasıl daha mutlu olabiliyor" diye haykırmak! Onlar tek yapabileceklerini yaptılar. Planlı oldular, çalışkan oldular, düzgün oldular, düz oldular, düzülmeye müsait oldular, düzülmeye istekli oldular, sonunda hayatlarını düze çıkartmayı başardılar. Tercih edilen insanlar oldular. Biz kara koyunları meclisler zaten çok önceden sktr etmişti.. "Belki de en doğrusudur budur" demeyeceğim kesinlikle. Ama zamanla alıp veremediğim bitmiş değil. Ben sürekli veriyorum da o katiyen vermiyor realizmi devam ediyor aynı hardcore'luğu ile.

Hadi bu kadar uğraştım gelecek zaman mı şimdiki zaman mı diye. Bir o kadar da şimdiki zaman denen şeydeki o 5 dakika süre limitinin banka kuyruğunda bir yıl, sınav sonunda bir dakika gibi algılanmasıyla. Peki geçmiş zaman ne olacak? Öyle geçip gitmiyor ki o. "Zaman arkada güzel anılar ve hoş gülümsemeler bırakır" -mış, peh! Evet, fotoğraflarda hepimiz yalan söylüyoruz. Hepimiz stres, keder, acı, üzüntü, bunalım dolu hayatlarımızı inkar edip fotolarda gülümseyerek beyin masturbasyonunun dibine vuruyoruz. Kandırdığımız da farkındayız üstelik kendimizi. Aile yıllıklarında kimsenin bakmadığı sahte mutluluk anları bir şey ifade etmiyor kişilerin kendi içlerinde kendi geçmişleri ile yaptığı hesaplaşmaların yanında. Kaç kişi hayatta hiç "keşke" ya da daha açık olarak kendi kendine "ben senin kafanı s.keyim" dememiştir? Hiç kimse! Geçmişte yapılan hatalar genelde mutlak suretle gelecek zamanı etkileyen şeylerdir. Kimse bana geçmiş geçmişte kaldı vaazı vermeye niyetlenmesin! Bu da aslında insanın yaratılışı ile ilgili bence. İnsan düşünen ve depresyona girebilen tek hayvan çünkü. Şimdi mesela, bu forward e-mail b.ku sayesinde iyimser, sevgi tavşancığı yazılar dolu her yer. Bu da bir kandırma aslında, hem de bilinçli. Üzüntü her zaman mutluluğu sayısal çoğunluk olarak ezer. Bunu biliyorum, sen de gayet iyi biliyorsun. O yüzden mutluluk denen şey zaten bu kadar değerli, bu kadar bulunamaz bir şey oldu ya. Değerliliği kabul edilebilir olsa da kimse borsada tüm birikimini kaybetmiş birinden birkaç ufak mutlulukla bunları unutmasını beklemesin. Çünkü o iyimserlik değil düpedüz geri zekalılık olur!

Benim derdim var zamanla, zamanım az. Bir açıdan bakınca da çok uzun zaman var. Aynı zamanda olacak iki şeye hem çok hem de az zaman kaldığı bilmek, bir yandan kederlenmek bir yandan bekleyememek nasıl bir ruh halidir acaba? Yoksa tahmin ettiğim gibi ikisinden de olacak mıyım? Sıraya dizdin bizi zaman, yani ebemizi s.ktin be zaman..

top