Cumartesi, Eylül 29, 2007

Ayıp Olmaz Mı?

Bir çift gördüm. Çift oldukları o kadar belliydi ki. Sarılmalarından anladım. Yok yok asıl bakışmalarından anladım. Ben de aynen öyle bakardım. Önlerine değil birbirlerine bakarak gidiyorlardı. Tüm ihtiyaç duydukları da buydu aslında ilerlemek için. Bazen de çevrelerine bakıyorlardı. En etkileyici olanı da oydu ya. İki ayrı çiftten göz aslında aynı şeyi görüyordu. Çiftken bir/tek oluyorlardı. Mütemadiyen sarılıyorlardı ya, mühim olan oydu sadece. Sevindim başta. Benden yaşlarıca ufak oldukları belliydi. Kendimi birden "abi" sandım. İçimden bir "helal be koçum" diye geçirdim. Kendimi gördüğümü sanmak işime gelmişti o oğlanda. O caddede, onun yaşında bir çiftin yarısı olarak yürüdüğüm günler artık aylar mı olmuştu cidden? Her neyse ne diye geçiştirdim. Takdir ediyordum bu sevgiyi yoktan var ettikleri. O an tam manasıyla duygusal ev kedisi rolünü oynuyordum. Ama onların gülümsemeleri de o kadar ikonikti ki. Yeni nesil de bizim gibiydi. Sanki varmış gibi davrandığım abi sanrısını devam ettirdim. "İlerde görürüm ben seni.." dedim. Aslında "sakın bana benzeme" demek istiyordum ama kendime yediremiyordum. Halbuki orada o ikisini bir köşeye çekip "bakın ulan ben hayatım boyunca hep seven, sayan, değer veren, karşılık bekleme işini zorlamayan bir herif oldum. bir boka yaramaz bunlar. ben artık kötü biri olamam bu saatten sonra, siz şimdi fırsatınız varken piç olun, göt olun, kaşar olun.. ne olursanız olun iyi olmayın" diye bağırmam gerekirdi. Kitap doğruları para etmiyordu ki be koçum. Pratikte boku yemek de pek fenaydı deneyimini defalarca ettiğim üzere. Tam böyle düşündüğüm için suçluluk duyacaktım ki yanımdan geçip gittiler. Birkaç saniye arkalarından baktım. O an aklıma sen geldin. "Ben onu çok özledim ya.." diye ağlar bir replik tam oluyordu ki benimle birlikte bir teyzenin de bu gençlere baktığına gözüm ilişti. Resmen gözleriyle meydan dayağı çekiyordu teyze. Herhalde içinde "vay terbiyesizler" diyordu. İnsan hep rasyonel sebeplerden yaşadığı toplumun sağ kanadından tiksinecek değil ya! Kapkara kapılar, sormuşlar onlara tabi. Ayıp olmaz mı koç? Bu işler o kadar kolay mı kızceğiz? Sanki ilişkilerin çağrıştırdıkları yeterince renksiz değilmiş bir de bu sosyal baskı öğeleri geldi aklıma. Gerçi iç sebepler arasında çok değersiz kalıyorlardı. Kendime küfretmemek adına "bekarlık sultanlıktır" demedim. Ben yine yoluma devam ettim ama aklım o sahnede kaldı. Bir yandan onlar için mutlu olurken bir yandan da kendim için üzülüyordum. Bir ara birbirlerine çektirdiklerini varsayıp kızasım bile geldi. Bu devirde diye arkasında sakladığım benim halimde ben varken hangi hakla hem sevgiye sahip olup hem onu boşa harcayabiliyorlarmıştı.. Asıl kendime kızdım ben, toplamda 2 dakika kadar gördüğüm birilerinin hayatlarını yaşamak zorunda kalacak kadar umutsuz hallerde olduğum için. Sonuçta bana neydi ki! Değil mi ama? Benim de bir hikayem vardı aslında. Bu kadar yaşanmamışlıklarla dolu olmasaydı Metallica'nın Fade to Black'inde geçen "emptyness is filling me" lafı manidar gelmezdi bana. Ben gene çok evvelden vazgeçmiştim aslında. Yine o gençleri düşündüm. Ne güzel işte birbirlerine aitlerdi. Birbirlerini üzseler de seviyorlardı. Neden şimdi bu mutluluk dolu tabloya bir üçüncü kişi girip de kendine yer etmeye çalışacaktı ki? Bu sorunun cevabını bilmesi gereken bendim. Benim verebildiğim bir cevap değil düpedüz güçsüzlük gösterisiydi. "Deniz, sen bu hayatta ne yaparsan yap asla o'nun için "o" olamayacağını biliyorsun.. ...zira sen "o" nun gibi bir nokta, bir ç ve bir nokta daha alacak kadar iğrenç biri değilsin, şimdi kendine gel!" Hayat o kadar zor mu? Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara? Aynen öyle! Benim evvela kendime iyi biri olmamayı öğretmem lazımdı. Yapamadım. Sanki o caddede üzerine düşünülecek başka insanlar yok muydu? Vardı tabi. Bazıları beni olduğumdan iyi hissettirdi, bazıları daha bile kötü. Ben yine tek olmayı kavramaya çalışıyordum. Sanki "seninle" diye bir şey hiç olmuş gibi. Neyse dedim, ne ise artık! Geçti gitti aklımdan bir şeyler yine. Bunları duymanı, görmeni istedim ama sonra yaşadığım her şeyi bilmeni istediğimi hatırladım. Yine vazgeçtim, bu sefer büyük vazgeçtim.


Sonra bir vitrin yansıması kadar duygusuz bir durumda kendimi gördüm. Hakkında hissedilecek bir şey bile bulamadım, en çok da o koydu bana galiba.

[MP3] Mor ve Ötesi - Ayıp Olmaz Mı?

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Kocaman Kabus

Yine bir yere benim tembelliği meslek edinmiş bünyemden daha önce ulaşmış olması şaşırtmamıştı beni. Gerçi o böyle şeylere takılmazdı. Denizin kenarında saçları yüzgarda uçuşurken her seferinde beni hayran bırakan gülümsemesi ve arkasındaki İstanbul boğazı ile bir Ara Güler fotoğrafı kadar güzel ve keskin bir güzellik oluşturuyordu. Yüzündeki bu ifade hemcinslerinin pek çoğunun bir türlü vazgeçemediği şeyin tam tersini temsil ediyordu. O "nerede kaldın!" demiyordu, "iyi ki geldin" diyordu. Ondan beklenmesi gereken de buydu. Çünkü o, anı yaşamak denen şeyin anlamını herkesten daha iyi biliyordu. Bunu yaparken tüm dünyadan, tüm dünya yüzünden ürkek olurken bile. Bense gözlerindeki ifadeye inanamıyordum, hala, bunca zaman sonra bile. Ama o gerçekti, orada dimdik dururken o gerçekti. Yolun karşısına geçerken her yıl trafik kazalarında ölen birkaç bin kişiyi unutmuş gibi yaparak ne önce sağa ne sonra sola ne de sonra tekrar sağa bakıp doğrudan onun gözlerine kitlenip yürüdüm. Yaklaştığım şey yalnızca iyi bir dost değil, gerçek bir abideydi. "Nasılsın Deniz'ciğim" dedi. Bir an yine gülümsedim. "İyidir, sen nasılsın?" diye çok sıradan bir karşılık verdim. O ne yapsın, işlerinin yoğunluğundan, yer yer İstanbul'dan bıkışından bahsetti. Sanki önceden sözleşmiş gibi saatlercelik konuşma konumuz varken o an sağır bir konuşma yürütüyorduk. Belli ki ne kadar güzel olursa olsun boğazdan daha kapalı ve daha sakin bir yere ihtiyacımız vardı ve onu düşününce bu istirhama katılmama olanak yoktu. Haydi gidelim o zamanlar faslı geçerken "peki sen İstanbul'a alışabildin mi?" diye sordu. Ben de ancak "eh diyelim eh olsun" diyebildim. Gerçi onun yanındayken moralsiz olmayı pek de hak etmediğimi düşünüyordum. Bir an durup "ya Sedef.." dedim. Her zamanki iyimserliği ile "ne oldu Deniz'ciğim?" diye sordu. Ben de aslında "hiçbir şey, boşver" demeye gayet hazırken bari ufak bir doğaçlama yapayım dedim ve "istersen bize gidelim hem film falan izleriz" diye bitirdim.

Film falan izlemek istemiyordum tabi ki de Sedef'le konuşma fırsatım varken. Mecidiyeköy yolları İstanbul trafiğinde kısaldıkça uzalırken ona baktığım her anda kendime "ben olsam ne halde olurdum acaba?" diye sormadan edemedim. İnanamıyordum ki durabileyim. Yine de bir yandan hala içinde hapsettiği korkusunun hala hayatta olduğunu hissediyor, hissettikçe ben de üzülüyordum. Bu konuyu tıpkı her zaman olduğu gibi açmayacaktım. Zaten her şey maalesef olup şükür ki bittiğinde geride hatırlanması gereken ne yaşandığı değil bundan sonra onun yaşayabilmiş olmasıydı. Bu düşünceler kafamda ekolar halinde gidip gelirken Sedef'in "daldın gittin gene olm" uyarısı ile kendime geldim. Yine gülümsedim nedensizmiş gibi. Havadan sudan konuşmayı mı gereksiz görüyorduk yoksa bu yine benim konuşabilme kıtlığına düşüp asosyal alt-benliğimi yeşerttiğim anlar biri miydi hatırlamıyorum. Ama söyleyecek işe yarar bir söz gelmedi aklıma ben de susmayı tercih ettim. Bunu öğrenmem uzun zaman bile almıştı. Yaklaşık dakika sonra da durağa vardık zaten. Durup dururken Türkiye'nin Doğan SLX kullanan insanına küfür edesim yoktu ama daly.rrak herif baya baya üzerimize sürmüştü skindirik bir yeşil ışığa yetişeceğim diye. "Yavaş lan hayvan!" diye bağırdım. İlerde kırmızı ışığa yakalandığında tam "hah s.çtık" diyordum ki Sedef benden çok daha fazla irkilmiş bir halde "lütfen gidelim Deniz" dedi koluma sıkıca sarılarak. O an ambalaj bir erkekliğe girmek için en uygunsuz pozisyondu zaten. Üstelik yanımda yüreği ağzına gelen ve bunun olmasına engel olamadığı için kendini suçlayan bir kız vardı.

Evin dış kapısından girdiğimizde kapalı alan hissiyatı ikimizi de rahatlatmıştı. Ama asansörle çıkmamız gerekiyordu, üstelik çok talihsiz bir şekilde 8. kata.. Kafasını dağıtmak için bu kısa, dikey yolculuk boyunca laftan laf türetmeyi planlamıştım ama gerginliğinden ağzımı açmaya dahi cesaret edemedim. Sanki "hadi artık bitsin, hadi!!" diye bağırmak istiyordu. Sanki benim de içim parçalanıyordu buna şahit oldukça. Kata vardığımızda çektiği ohh'un sesi duyulacak kadar yüksekti. Belki de bu yüzden eve girene kadar benimle göz göze gelmemeye çalıştı. Hala her an "bir şey yok" denmesine luzüm bırakan olayı hiç yaşamamış olmayı dilediği her halinden belliydi. Eve girdiğimizde Janis hemen Sedef'in ayakları arasına kıvrıldı. Kendi kedimin birini benden daha çok sevmesini dert edecek değildim zaten bütün uğraşım Sedef biraz olsun huzurlu olsun diyeydi. İçeriye geçtik, biraz beyaz şarap koyduk. Film izleme işinin olmayacağı zaten belliydi. Biz birer filmdik başlarımız başlarımıza. Birbirine yaşana gelen masallar anlatacağı olan iki arkadaşın dialoğundan daha mühim bir şey yoktu o anda. Hakikaten de laf lafı açtı. O anlattıkça ben dinledim, ben anlattıkça o dinledi. O anlattıkça ben sevindim, ben anlattıkça o sevindi. Zira hayatlarımız dışarıdan bakılınca gayet güzel duruyordu. Bir anda, geçen 3,5 saat ve yaklaşık 2 şişe şaraptan sonra durduk. Gözleri karşılıklı oturduğumuz kanepenin kıvrım noktasına doğru olmayan bir paralele kitlenmişti. Gözlerini kırpmıyordu bile. "İyi misin Sedef" diye endişelendim. Derin nefesler alırken gözleri doldu. Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açarken ağlamaya başladı. Hiçbir başka harekette bulunmadan yalnızca titreyerek ağlıyordu. "Sedef nolur bişey söyle.." diye yalvardım. "Dayanamıyorum bazen Deniz!" dedi nazik bir sesle haykırırcasına. "Asla eskisi gibi olamayacağımı biliyorum, abarttığımı da biliyorum. Hiç olmamış gibi devam etmek istiyorum, ediyorum da. Ama işte bazen.. bazen hatırlıyorum ve dayanamıyorum" dedi. O bunları söylerken benim de gözlerim dolmuştu. Onun karşısında onun için güçlü görünmeliydim ama Sedef'i böyle görmek beni de enkaza çevirmişti. Nasıl hak vermeyebilirdim ki ona? Dedikleri içimden bir zımpara gibi geçerek doğruydu. Neden olmuştu ki bu? Üstelik ona, üstelik daha 15 yaşındayken. Hikayeyi her hatırladığımda zaten arka arkaya 3 yumruk yemiş gibi oluyordum bir de üzerine bu hikayenin yegane kurbanı önümde paramparça oluyordu savunmasızca. Bundan koskoca olması gereken ama beton kadar ağır olmasına rağmen bir tek gecelik gibi geçen 5 seneden sonra hala yarası içinde duruyordu. Suçu neydi ki? Neden sıradan bir gün sandığı o gün okulundan evine geldiğinde o orospu çocuğu ile aynı anda asansöre binecek kadar talihsizdi? Neden o orospu çocuğu 4. katta asansörü durdurup telefonunu vermesi için onu zorlamıştı? Neden zavallı Sedef iyi niyetli olup "peki sadece sim kartı aliyim kimseye söyleyemeceğim" demişti? Neden o orospu çocuğu "kimi kandırıyosun lan sen" diyip 2 kere boğazından jiletlemişti Sedef'i.. "Neden ulan neden?!" diye bağırdım. Yazık, Sedef hala "üzülme Deniz" diye beni neşelendirmeye çalışıyordu ikimizden de akan yaşlara inat. "Nasıl üzülmiyim Sedef ya.. neler yaşadığını tahmin dahi etmek istemiyorum.." dedim hıçkırıklarımdan arka kalan boşluklarda kopuk kopuk. "Bak biz her zaman yanındaydık, her zaman da olucaz" dedim. Ellerini boynundaki 12 dikişin fiziksel olarak yok olmaya yüz tutmuş ama acısı her daim kalıcı olan izlerine götürüp "tamam da Deniz.. ben kendimi bulamıyorum bazen aradığımda" dediğinde boğazıma çöken tarif edilemez bir nefessizlikti. Kim bilir neler yaşamıştı? Kim bilir nasıl da hepimize "ben iyiyim" derken markete gitmeye bile korkar bir haldeyim. Bütün bu travmayla nasıl başa çıkabilmişti kendi başına? Nice pahabiçilemez hayatların üç kuruşlar için yok edilişine alışkındık da bunlar üçüncü sayfalarda olurdu hep. Bütün bunlara sebep olan orospu çocuğunun bir daha bir başkasına hatta ona bir şey yapmayacağını ne garantilerdi ki? Peki ya o Doğan SLX kullanan herifin onun ruh eşi olmadığını? Ya da böyle bir şey yaşamış birinden dışarıda hayat denilen şeyin geçtiği yer olan sokaklarda böylelerinden binlerce olduğu gerçeğinin üstesinden gelmesi nasıl beklenirdi? Aklım bir insanın, hele ki 15 yaşında, böyle bir şeyle cebelleşirken neler çektiğini anlamakta her zaman güçlük çekmişti. Kim bilir bunları yaşamak nasıldı? "Deniz özür dilerim kendimi kaybettim" bir an demeye çalıştı. Hemen sözünü kesmeden tam bitirdiği anda "ne özür Sedef.. ya bak.. ne diyebilirim ki.. ben senin gülümsediğin her ana hayran kalıyorum. bütün bunlardan sonra tekrar ayaklarının üzerine çıkman olağanüstü bişey.. ben olsam çoktan kendimi bir yerlere kapatmış olurdum. ama sen.. senden başka hiç kimsenin bu kadar güçlü olabileceğini sanmıyorum hiç değilse benim öyle bir tanıdığım yok.." dedim. Gözyaşlarını silerken "iyi ki varsın ya Deniz" diyordu ki "şimdi s.ktr et sen beni" dedim. Gülmeye başladık anlamsızca karşılıklı. "Sedef sen dünyadaki en güçlü insan değilsen ben de gider İstiklal Caddesi'nde klişe siyah-beyaz fotoğraflar çeken biri olurum" dedim. Bu ortak hayranlığımıza giren Umut Sarıkaya realizmi ortamı iyice dinginleştirmişti. Zaten kalanı da saç okşanmasının cinsiyetler üstü bir şekilde en büyün meditasyon olduğunun 2 saatlik bir kanıtıydı.

Onu uğurlarken aşağı gelmek konusunda ısrar ettim. O yine öğleden sonraki gülümsemesini giyerek "benim sana daha ihtiyacım olacak sen şimdi yorma kendini" dedi, üstelik sonunu "..hele ki böyle gerekmeyen şeyler için." diye getirdi. Veda sarılması yaparken gözyaşlarımız hala belirgindi. Benim endişem geçmemişti ama o yine her zaman beni şaşırtan dirayetli duruşunu sahiplendi ve asansöre yöneldi. Giderken de bana daha fazla endişe etmememi söyleyerek. Ben yine de camdan gözledim onu. Sağ sağlim otobüse binip binmediğine baktım. Sedef herkesten güçlü çıkmaya devam ediyordu hala. "Utanın lan hemcinsleri" diye bir laf geçti içimden ve bununla paralel trajik bir gülüşe imza attım. Onun hemcinslerinin alayı bir Sedef edemezdi asla.

Cumartesi, Eylül 15, 2007

S01E20.avi

Günler yavaş geçiyor, gecelerse bir o kadar hızlı. Bunlardan şikayet edecek halim kalmayana dek acı duyduğumda zamanın katiyen ne yavaş ne hızlı olarak geçmemesi gerçeği tarafından bıktırılmış olmaksa hem en mecazi görünen hem de en gerçekçi olan şey. Bunun arkasında bir çok sebep bir tane de kadın var. Daha doğrusu olsun; içinde pek çok sebebin, o kadının, benim bulunduğum ve her bakımdan benim üzerime gelen bir hikaye. Ben kısa ve akılda kalıcı olması açısından buna "hayatım" diyorum. Hayatım diye nazik olmam yanlış anlaşılmasın. Biz pek sevmeyiz birbirimizi ama evlilik böyle içinden çıkılmaz/dışına kaçılmaz bir şey maalesef. Ve bunun gibi bazenlerde onunla tek başıma kalmak zorunda kalıyorum. Çevreme koyabildiğim herkesin yokluğunda. Arada sırada 2Pac'in Me Against The Worldsözleri bilinmeyen ama isminden dolayı durumla alakalı sanılar şarkılar listeme giriyor. Ancak pek bir fayda dokundurduğunu söylemek yalan olur. İnsanları suçlamıyorum bunun için. Yine de bazen bu enteresan ihtiyaca cevap verememek zor geliyor. Dünya'nın 4. en hayvanca MSN Messenger kullanan toplumunun bir bireyi olarak çok alışılagelmemiş bir yalnızlık hissi yaşanıyor. Arkadaşım ve dostum diyebileceğin herkesin belli bir saatten sonra Offline olduklarını görüyorsun. Bunda yanlış bir şey yok. Arada elbette ki "lütfen gitme" desen belki de seni sabaha kadar bekleyecek kadar iyi insanlar da var. Ama insan bunu kendisinin talep etmesini istemiyor. Talep etmeyi istemediği gibi bir noktadan sonra bu insanın bir kanka olmasını da istemiyor dürüst olmak gerekirse. Seni hiç talep etmesen bile bekleyecek kimdir? Hep "o" diye sıfatlanan kişidir en sonunda. İşte diğer herkesin en çok da onun yokluğunda, saat 04:00'ü henüz geçmişken sen ve kendi hayatın baş başa kalıyorsunuz. Bu hiçbir zaman güzel bir uykuyla bitmemiştir. Özellikle onun gayet güzel uyuduğunu ve bütün duygularını ipotek ettiğin gerçeğini umursamamasını biliyorken. İşte o zaman tekil olmanın ne demek olduğunu anlıyorsun. Bu arada belki de kızıyorsun bana sen sürekli kullandığım "insan" zamiri ile birlikte kişisel felaketlerimi sürekli üzerinize yıkıyorum diye. Anlayış göster lütfen. Ben bugüne kadar hep o güzel MSN Messenger 7.5'i kullanıyordum. Ta ki g.tolog Microsoft "Please install the newer version" diyene kadar. Sanki sana da lafı taşıyacak yer bulamayınca böyle saçma bir cümle kurmuşum gibi geliyor mu? Her neyse. Bu arada bugün aşağıdaki şeyi yazmaya çalışıp yarım bırakmışım. Bir tam haftadır bir b.k yazamamış biri olarak boşa gitsin istemedim, hem konuyla da ilgili..

Benim bugün bir şeyler yapmam lazımdı. Bir şeyler ki ne olduğu katiyen fark etmeyecek. O derece rezil bir halde olduğumu bile bir yana koyup bir şeyler yapmalıydım. Aklımı dağıtmak için değildi bu sefer, tam tersiydi. Bir araya getirmek, anlamlı bir şey ortaya çıkartmaktı bana gereken. Kendimi işe yarar hissedebilmekti hepsinden çok. Belki de kıyaslama değil sadece buydu. Sonuçta kendimi bir mecraya kaptırıp kendimden bağımsız sürüklenmeyi bahane etme arayışı bile değildi. Zaten fazla yorgundum. Biraz olsun bunun için de suçluluk duyuyordum. Kendimi düşünmekten yorulmuş biri olarak görmek bana acı verdi. En son ihtiyacım olan kendim tarafımdan biraz daha eziyete uğramaktı ama başka bir şey yapacak gibi de durmuyordum. Sanırım en yakın kaçış olarak "moralim bozuktu" ama bundan da bıkmıştım artık. Yine de bunu mantıklı bir şeye çeviremedim. Sokakta yürüyordum en ilk akla geleni olarak. Vitrinlerden haz etmediğim zamanlardandı. Hayatımın büyük çoğunluğunda üzerime giymek zorunda kaldığım şeyi gösteriyorlardı çünkü. "Potansiyeli var ama kullanmıyor anacım" etiketiydi o da. Cidden bu yarı-aynamsı şeyde kendimi gördüğümde ben değil yarım kalmış sıfatlarım vardı. Dışarıdan böyle manalı şeyler yüklemeyecek oldukları kesin onlar insanlaraysa bir enkaz gibi görünüyordum. Ya da bana öyle geldi. Zira hemen elimi entelektüel bir şekilde çeneme götürdüm. Sanki çok meşgul ama bir o kadar da düzenli bir adamın zamanını planlaması durumundaydım. Güzel de rol yaptım hakkımı yemeyeyim. Tıpkı aklımda sürekli planlar yapıp bir şeyleri mütemadiyen yerine oturtuyormuşum gibi bir görüntü oluştu. Oysa aslında bir b.k yediğim yoktu. Bu meşgul erkeğin çekiciliği yalanına inanmak değil de daha ziyade "madem bir işe yaramıyorsun bari yarıyormuş gibi görün" düşüncesiydi. Öyle de yaptım. Böylece bir gün bu p.ç ettiğim zamanlar için daha bile fazla pişman olacağım. Öyle gibi anlaşılacak olsa da insanın kendi çıkamadığı halinden bıkması bir kompleks değil. Sadece can sıkıntısı, bir türlü bitemeyen. Ama artık böylesine bir melonkoliden de sıkıldım. Gerçekten. Gerçekten bazı şeylerden sıkıldım artık.


Bıktım ben bazı şeylerden artık. Mesela ilk aklıma gelen ne zaman "o" hakkında yazasım gelse kendimi tutup "zamanı değil, değil!" demem. Sanki çok anlamlı bir geleceği bekliyormuş gibi hepsi. Eskiden umutsuz olmak beni rahatsız ederdi. Yeni haber! Artık umut bağlanacak çok şey de yok! Her şey ya en başından beri kaybedilmişti ya da ummakla olmayacak şeylerdi. Bıktığım bir başka şey daha var aslında. Hani az yukarda hepsine karşı tekil olmaktan bahsetmiştim ya. Ben, tamamen kendimle kaldığımda bile o da var oluyor. Üstelik bunun farkına vardı varalı öylesine iyi bir kimse ki moralimi yüksek tutmayı görev edinmiş kendini türlü yalanlarla. Burada bile artık beni mi yoksa hayatındaki (eski) çok iyi arkadaş figürünü mü düşünerek hareket ediyor bilmiyorum. Bazen başka bir arkadaşımın sarf ettiği şu "nefret ediyorum ben o kızdan, tek yaptığı senin ağzına s.çmak, üstelik iyi gibi görünerek, üstelik sen hala onu üzdüğünü zannedip kendine kızıyorsun" lafı aklıma geliyor. Olan biteni düşününce hak da veriyorum ama çok uzun sürmüyor. Kızıyorum kendime onun hakkında olumsuz düşünmeye yeltendiğim için. Deniyorum bazen ama ben ona kızamıyorum. Bazen ondan önceki durumumu özler gibi oluyorum ama onunla birlikte olduğum hayallerimin gerçek olması fikrinin yanında çok çok sönük kalıyor. Her ne olursa olsun şimdiki halimi sevmiyorum. Ama sanırım çok uzun süremeyecek. Dev masal dev ironi ile nihayete ermeye doğru gidiyor. Bu onu bile koltuğuna çivileyecek kadar ironik bir son olacak. Hayır, kendimi kandırmıyorum. Olanlar bitenler bu yönde. Zaten benim hiçbir hikayem sıradan olamadı bugüne kadar. Marjinallik de yoruyor insanı bazen. Hatta sokayım marjinalliğe. Tam bu sırada aklıma gelen ve gayet uyan bir şiir geliyor..

Yağmuru sevdiğini söylüyorsun
Ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun.

Güneşi sevdiğini söylüyorsun
Ama güneş çıkınca gölgeye kaçıyorsun.

Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun
Ama rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun.
İşte bundan korkuyorum; çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun..

William Sheakspare




Gerçi yalan söylüyormuş. O zaman ben iyisi mi ben sevineyim. Nasılsa bir gün bir şekilde (artık ne şekilde olacaksa) işler "olması gerekene" yönlenir de "ah eğleniyor kendi başına ah neşesi yeter" diyen ben olmam.


Sonuç: Hala bir b.k yazamamışım.

Perşembe, Eylül 06, 2007

Boş Yazı

Ben bu yazıyı kendime adıyorum henüz ortada yazı bile yok iken. Gerçi bir türlü henüz ortaya çıkamamış şeyleri de kapsıyor sayılır. Basitçe onlar olmayınca ben de yok sayılıyorum. Zaten Alamanya yenilince biz de yenilmiş sayılmamış mıydık? Daha var bu lanetin geçmesine. Neyse. Ben bu yazıyı kendime adadım ama bunun arkasında sebep olarak orgazmik bir ego tatmini arayışı yok. Hatta ve hatta tam tersi bir durum söz konusu. Ben bir gün bu kararsızlık takıntısı sahibi genlerimin başıma çok büyük bela açacağını biliyordum. Biliyordum da.. neyse. Yani sanırım eğer bu hayatımın en zor dönemi değilse ilk ikiye girer. Üstelik o kadar rahatsız edici derecede güncel ki birinci sırada ne var hatırlamıyorum bile. Zaten albümlerin en güzel şarkıları genelde ikincileri olmaz mıdır? Bu da böyle bir şey işte. Neyse.

Öncelikle ben de kendim kadar sıkıldığımı belli etmeliyim sürekli depresif yazılar yazmaktan. Daha çok sıkıldığım bir şey varsa bu da gerçekçi olmanın mutlak olarak depresif olmayı gerekli kıldığı gerçeğine hiçbir iyimserlikle karşı konulamadığını kabul etmek. Parça bütün ilişkisine yorulabilir bu. Nitekim neredeyse her şey kötüyse ya da çoğunluğa karışıp kötü gibi geliyorsa o neredeyse dışı kategori müstesna kaldığı kadar önemsiz de oluyor. Bir yandan hayatta hayatları halihazırda gayet iyiyken daha iyisini elde edemeyip dellenen öküzlerden biri olmadığım için seviniyorsam da onların rollerinden birini büyük bir istekle tercih edeceğim de oldukça açık sanırım. Çünkü benim derdim farklı. Kaybetmek. Zaten bunları okuyan pek çok insan için hiç yabancı olmayan bir fiil bu. Benzersizdir kaybetmek. Hiçbir şeyi kaybetmek bir diğerini kaybetmeye benzemez. Canlarım benimdirler onlar, her birinin acısı ayrı orjinaldir işte. Ben zaten yeterince şeyi kaybetmiş ve kaybetmeye devam eden hatta artık bu durumdan rahatsız bile olamayan biriydim. Ancak bu durum buna göre bile farklı. Hayatta neyin kaybı insana kelimenin hardcore manasıyla koyar? Para kaybetmek? Muhtemelen. Birini kaybetmek? Kesinlikle. Aşık olunan insanı kaybetmek? Ben, hele ki şu sıra, hiç cümle kurmayayım bununla ilgili. İnsanın kendi hayatında değer verdiği şeyleri kaybetmesi insanı perişan eder, bu açık. Yine de çok çok zor olsa da, çok çok uzun sürse de bir şekilde üstesinden gelinir. Gelinir ulan!

Ya insanın kaybetmekte olduğu bunlardan bile daha önemliyse? Mesela kaybettiği "şey" kendisiyse? Hiç mecaz yapmıyorum. Direkt, bariz olarak zerre tariz amacı gütmeden söyledim. Diğer bütün kayıplar kişinin kendisinin dışında da bu durum çok farklı, çok daha beter. Özellikle kişi günden günde kendini mahfettiğinin farkındaysa, özellikle bu durum hakkında hiçbir şey yapamıyorsa, özellikle bu durumun yegane sorumlusu yine kendisiyse. İnsan kendi içinde kaybolabilir mi? İnsan durduğu yerde kendini böyle yiyebilir mi? Sen yemedin, o malumun ilanı ama soruyorum hala kendime kendim başıma. Bu soruya geçen sene bu zamanlarda "git lan işine" diye cevap verirdim herhalde. Şimdi de aynı şekilde cevap veriyorum ama bu sefer umursamazlıktan değil, yorgunluktan! Bu demek istediğim kişisel kontrolü kaybetmek ve ya bir tür çok kişiliklilik değil. Daha ziyade bok yolunda gitmekte olduğunun farkında olmak ve seni sürükleyen zamanı kontrol edemediğin için kendini kurtarmak adına yapılabileceklerin yalnızca senin tarafından yapılabileceğini bilmek ama ne yapacağına karar verememek. Oh! En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir lafını ilk çıkaran adama psikolojik şiddet uygulayasım var. Bu arada bu hikayenin henüz değinmediğim başka bir muhteşem yanı daha vardı ki o da şudur; kararsızlıkta kaldığın iki yoldan birini seçmek zorundasın ama seçtiğin yolun sonuna vardığında pişman olman yüksek bir ihtimal ve hangisinde bunun olacağını ön göremiyorsun da. Riske ettiğin şey de kendinin ve yaşamının tamamı, hadi bakalım. (Asıl şimdi) Oh! En ufak bir mübalağ yaptıysam Lars Ulrich olayım.. Bu hal öyle fena ki. Hakikaten öyle haller içinde ki halim Türkçe'ye çevirmeye yok mecalim. Diğer kayıplar için yapılan şeylerin bile bir işe yaramaması mesela. Damar müzik dinlemek ya da günlük sıvı yüketiminde alkolün oranını rekor düzeyde arttırmak "normalde" yapılanlardır. Ama burada işe yaramıyor. "Bir dakka lan ne yapıyorum ki ben bu sadece durumu daha da boka sardırır" diyorsun, diyorum. Çünkü başka bir şeyi kaybettiğinde sadece bunu atlatabilmeye uğraşırsın oysa kendini kaybediyorken durup mantıklı düşünmen gerektiğini biliyorsundur acı devam ederken. Pek ifade edemediğim durumu olmayan biyoloji bilgimle toparlayayım. Stoplazması çıkarılan hücre yaşar ama çekirdeği çıkarılan hücre gebermeye mahkumdur. Merkezindeki yok olan diğer her şeyin sonu gibi.

Ben de böyle bir haldeyim işte. Bir süredir, uzun sayılabilecek bir süredir. Üstelik işlerin beni bekleyeceği zaman da doldu ve öteye geçti. Beni beklemediler tabi. Bende geride kaldım, günden güne artan bir stresle. Bunun sonu nereye varacak cidden bilemiyorum. Ya da sonunda ne olacağını. Yüksek ihtimal bir geçmiş olsun, bir keşke, bir de çok geç olacak..

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Daha Enteresan Başlığa Gerek?

Galiba aklımdan ilk geçen tuhaf bir "ama sen bitmiştin" oldu bu sabah. Tatsız, rahatsız, yorgun, uyanamamış, acelesi olan bir sabah bu durum için en beklenmedik en uygunsuz zaman olurdu zaten. Aklın tamamen başka işlerle meşgul olmak zorunda kaldığı, hafif stresli, bolca uykulu bir sabahın insanların bütün o yalan öğleden sonra renkli/parlak yansımalarını yıkadığını, geriye yalnızca oldukları şeyi, kendilerini bıraktığını gördüm. Ben bu sabah onu gördüğümde ikimiz de olabilecek en sade hallerimizdeydik. İkimiz de bir yerlere belli zamanlar içerisinde ulaşmaya çalışıyorduk. Tamamen sıradan bir haldeydik. Ben dolmuştaydım, o ise hızlı adımlarla gidiyordu. Ayrıldığım, üzerinden çok zaman geçen ve hakikaten unuttuğum birini tekrar görmek beni neden bu kadar etkiledi bilmiyorum. Belki ben onunla bu kadar normal bir şekilde karşılaşmayı ummuyordum, belki karşılaşmayı hiç ummuyordum.


Tıpkı bıraktığım gibiydi. Hala bana duyu organlarımdan şüphe ettirecek kadar güzeldi. Sanırım zamanla yegane Syd Barrett'laşan ben olmuşum. Çünkü o bir türlü değişmeyen tatlı ifadesiyle sarı saçları rüzgarda uçuşa uçuşa yürüyordu. Bense yüzümde bir türlü değişmeyen bir katı hass.ktr ifadesiyle oturuyordum. Ancak mevzuyu mevzu yapan şeyin bunlarla en ufak bir ilgisi dahi yoktu. Ben onu öylesine unutmuştum ki adeta dünya üzerindeki varlığını reddeder hale gelmiştim. Sonuçta "benim için öyle biri yok artık" idi. Öyle çok zor bir ayrılık olmamıştı da. Gerçi hangi ayrılık kolay olmuştur ki? Mutlu aşk var mı yok beni ilgilendirmiyor şu an ama kesinlikle mutlu ayrılık diye bir şeyin olmadığını, olamayacağını, biliyorum. O yüzdendir unutmak zorunda kalıyorsun. Kolay değil beyninin sol yanı olmuş birini bir anda yok edebilmek. Ben sevgili olduktan sonra arkadaş olunabildiğine de inanmıyorum açıkçası. Biriyle belli bir seviyeye çıktıktan sonra orada geriye dönülmüyor. Sonuçta gayet üst düzey, gayet çift kişilik bir 20. kata varmışsın, tekrardan alışılagelmiş bir ortak kullanım alanı olan 4. kata nasıl inebilirsin. Bu yüzden ayrılık zor ve ayrılıktan sonra arkadaş kalınmıyor. Çünkü o 20. kata vardıktan sonra eğer işler yürümemeye başlarsa bir tek seçeneğin var; aşağı atlamak. Sanki ben hep bu kadar etkilenmişim gibi geliyor bana. Sanki ben oradan atladıktan sonra önce kendime gelmeyi başarıp ardından kendime bana ait olan bir yer yaratmak zorunda kalıyormuşum gibi, o sadece durup katına gelecek yeni birini beklerken. Zaten her zaman ben misafirim bu şehirde, bir el sallarsın yeter hareket vakti gelince değil midir? Üzerine sanki çok büyük bir onur sahiymiş gibi sen yine olduğun gibi kal, benim için sakın değişme demeye gerek yok. Onların zaten umurunda bile değil. Mesela o da benim hayattaki hatalarımdan biriydi. Bana bunları yaşatan birini sevmeme sebep olan biri olması yüzünden. Madem neden bu kadar etkilendim ben? Bensiz yaşadığı hayatına şahit olmak, benim onsuz olmam ve ya böyle bir şey değil. Ben gerçekten unutabilmiştim onu. Hatta üzerine aşık bile olabilmiştim, hem de çok fena şekilde. Ama işte beklenmedik bir anda onu normal haliyle görünce içimden farkına bile varmadan "ama sen bitmiştin" diye geçirdim. Ben onu bitirmiştim, bitmişti o. Oysa gayet hayattaymış.. Çocuksu bir kabullenmemeydi bu sabahtan bağımsız olarak. Hiçbir şeyi nüksetmedi. Yine de insanın midesi ile diyaframı arasında çiğ ekmek hamuru tıkanması hissini yaşattı oldukça. Aslında bütün gün onu düşündüm. Onu ve beni. Bir onu, bir beni. Sonra gülümsedim. Bir günlük yazısı okuyunca yaşanan kabullenme gibi oldu. Güzel mi oldu pek umurumda değil. Bu sadece bir tür flashback'ti benim için.

Bir an sesini duyar gibi olduğumda bunun benim hayal gücüm olduğu benim için bile çok açıktı. "Keşke" diye üzülmedim. Sadece biriyle bu kadar şey yaşadıktan sonra insanın neden aklına ilk yaşayamadıkları gelir diye düşündüm. Ben bugün onu gördüm. O herhalde görmemiştir beni. Zaten toplam 5 saniye falan sürdü hepsi.

Pazar, Eylül 02, 2007

Thirteen Tales From Urban Bohemia

2000'lerin en iyi albümleri sayılacaksa akla neler gelir? Herhalde Coldplay'in A Rush of Blood to the Head'i, The White Stripes'ın Elephant'ı, Radiohead'in Kid A'si, Outkast'in The Love Below'u ve The Strokes'un Is This It?'i ilk hatırlananlar olacaktır. Bu saydığım grupların her biri bugün mesih olarak kabul ediliyor kendi tür camiaları tarafından. Her biri dev kitleleri peşinden sürükleyen ve "kurtarıcı", "ilah" gibi sıfatlar alan insanlardan oluşmuş durumda. Kanımca hala hiçbiri ve hiç kimse henüz 90'lardaki 80'lerden sıyrılma kadar kesin ve yenilikçi bir şey sunamamış olsa da bu grupların ürettikleri müziğin taş gibi olduğu bir gerçek. Örneğin bu saydığım gruplar içerisinde en orjinal olmayanı Coldplay'dir ama Coldplay'i çok severim. Zaten kulağa güzel gelmesi kriterini bir yana bırakıp sırf yenilik, sırf marjinallik araya araya yalnızca elektronik müzik dinler hale gelen ve "indie" başlığı altına her müzik türünü alan biri olmadığım için de gayet mutluyum. Ancak bugün burada üzerine kelam edeceğim şey ne kişisel müzikal yönelimlerim ne de mainstream müziğin yarattığı kahramanlar. Hayır, bu değeri kesinlikle bilinmemiş bir albüme/gruba ufak bir ithaf yazısıdır.


The Dandy Warhols'un üçüncü stüdyo albümüydü Thirteen Tales From Urban Bohemia. Ben de henüz birkaç gün önce edindim. O zamana kadar iki şarkıyı biliyordum albümden; Bohemian Like You ve Neitzsche. O zamanlar da bu şarkıların indie-rock'ın zirvesi olduğunu düşünürdüm (evet çünkü Franz Ferdinand brit-rock'tır, indie değil..) Albümü dinledikten sonra aklımda kalan şey çok kısa bir cümleye sebep oluyordu, "vay be". Çünkü ortadakü müzik yalnızca güzelden öteydi. Tasviri pek mümkün olmayan bir şeydi. Hani bazen çok şey hisseder ama ne hissetiğini bilemezsin ya, bu da aynen öyle bir albümdü. Yine de bir denemem gerekirse şöyle ifade edebilirim sanırım.

Metallica'nın The Black Album'deki hacimli/tok sound + Grunge ve Punk arası ama Punk'a daha yakın bir müzikal enerji + Trent Reznor tarzı vokal + nicelik ve nitelik olarak çok distortion + marjinal sözler + Indie tabanı + Pink Floyd saykodelizmi + hüzün + yabancılaşma + endorfin.


Sonuçta ortaya çıkan şeye sanırım en doğru tanım "Saykodelik Pop". Peki saykodelik bir pop olur mu? Pop saykodelik olabilir mi? Olur, oluyormuş. Hem de çok güzel oluyormuş. Belki bu şimdi diyeceğim abartılı daha doğrusu fazla kişisel bir yargı gibi gelecek ama bu albümün değer olarak Pearl Jam'in Ten'inin yanında yer alması kesinlikle ayıp olmaz. Thirteen Tales From Urban Bohemia müziğiyle, sözleriyle, derinliğiyle, bütünlüğü ile kendi çağının çok ilerisinde bir albüm. İçinde her iki tip post-modern rock dinleyicisi için de şeyler barındırıyor. Hem bir yandan köklerine sağdık bir sound hem de deneysel tınılar. Albümün tepe noktasının hala sözleri toplam iki cümleden, I want a God who stays dead not plays dead. I, even I, can play dead, oluşan Neitzsche olduğunu düşünüyorum. Zaten albümün ilk üç şarkısı bir şarkı aslında ve Nietzsche bu üçlemenin son ve en taş üyesi. Bu şarkılar sırasıyla Godless, Mohammed ve Neitzsche. Bu saykolik intronun ardından gelen Country Leaver arkasından gelen şarkılar gibi daha moralli bir sound'a sahip. Taa ki sekizinci şarkı olan Sleep'a kadar. Bu şarkının hala No Surprises'ın üvey kardeşi olduğunu düşünmekteyim. Çalıntı falan manasında değil. İkisi de aynı frekansta yayım yapıyor. Yine de albüm insanı ne kadar üzerse üzsün Bohemian Like You çalarken hüzünlü olmak nerdeyse imkansız. Blues'a yakın bir outro olan The Gospel ile nihayete eriyor bu 56 dakikalık müzikal zevk-ü sefa.

Bu albümün değeri belki bir gün, herhalde asla, anlaşılacak. Sadece bir Vodafone reklam cıngılı olarak hatırlanacak olması tek şeyin bu kült olması gereken albümden üzücü elbette. Özellikle Andre 3000 çağımızın Hendrix'i olarak taçlandırılırken, özellikle Arcade Fire ilahlaştırılırken.


[MP3] The Dandy Warhols - Godless + Mohammed + Neitzsche + Sleep + Bohemian Like You

top