Salı, Ekim 09, 2007

Bıkkın Yazı

Bunun da sana yazıldığını biliyorsun. Hem de gayet iyi biliyorsun. Muhtemelen merak ediyorsun devamında senin için neler karaladığımı, hakkında ne dediğimi değil hakkında ne dendiğini. Belki umuyorsun benim yine senin sosyal ortamlarda kendine fayda sağlayabileceğin tasvirler kurduğumu, sadece kendini kendi gözünde daha da yüceltmek için. Mühim değil kimin ettiği lafları, altına attığım saydam imzaların da olmadığı gibi. Söyleyeceklerim var ama sana. Bu sefer her vurgusunu kastettiğimi anlamanı istediğim birkaç bir şey.

Çok yoruldum ben! Kendimi uzun zamandır ayıp olmasın diye atılan sahte gülümsemelerden daha mutlu bir halde hatırlamıyorum. Bıktım dersem olmaz. Bıkmaya hiç fırsatım olmadı daha hırpalanmaktan. Defalarca, daha iki adım gidemeden düşmekten yoruldum ben artık. Sürekli kendimi ayağa kaldırmaya çalışmaktan, aynalarda günden güne mahvolan halime tanık olmaktan, deneyeme korkar olmaktan en çok da sesimi duyurmaya çalışmaktan yoruldum. Kafamda bir ağrı, gözlerimin çevresinde bir acı beni bekliyor uyuyamadığım gecelerden geriye ne kadar kaldıysa. Ben şikayet etmezdim, hatırladın mı? Hiç değilse bu kadarı aklında kalmış olmalı. Benim hala yorgunluğuma inat yorulmuş olmaktan utandığımı biliyor musun? Peki benim artık tutunmaya çalıştığım her şeyden kaçar hale geldiğimi biliyor musun? Seni anlattığım insanlar vardı, dostlarım. Senin yanımda olmaya cesaret bile edemeyeceğin zamanlarda bana destek çıkan birkaç çok iyi insan. Dinlediler nice zaman dilimden dökülen bu masalı. Hiçbir zaman onlara karşı seni savunuyor olmaktan rahatsız olmadım. Hepsi ama hepsi yüzüme bağırır olmuştu dostları Deniz'i bu pürmelalden çıkartmak için. Hiçbirini dinlemedim. Hak vermedim değil bazen ama her şeyden öte benim için ifade ettiğine inandıklarımı kontrol edemiyordum. Ben tanıdığım bütün insanlara karşı savundum seni, bazen kendime karşı bile. Sen benim asla bitkin düşemeyeceğime inanmak istedin. Bu her zaman daha fazla işine geliyordu. Benim zorda kaldığım bir anımda benim için hiçbir şey yapmayacağın gerçeği bile o kadar ağır gelmemeye başlamıştı. Nasılsa sen benim dizginlerimi nasıl da üstü kapalı acımasızca kullanabileceğini gayet iyi biliyordun. Her zaman biliyordun ettiğin bir iki ufak güzel sözün bana nice şiirler yazdırabildiğini, tıpkı bildiğin gibi çıkıp kendini de götürmekle tehdit ettiğinde ne hale geldiğimi. Ah, o dostlarım. Pek çoğuna tanıklık ettiler benim vasıtamla. İnanamadılar, inanmak istemediler. Bunun o tanıdıkları ben olmadığını söylediler, defalarca. Sonra sana küfür etmeye çalıştılar. Karşı çıktım. İyiliğimi isteyen, beni sonuna kadar taşıyacaklarına söz veren insanlara karşı çıktım.

..ve artık kendimi yorgun olduğum kadar yalnız da hissediyorum. Kimseye güvenemez hale geldim. Oysa inanıyordum eskiden bu hayatta tutunabileceğim dallar olduğuna. Her ne olursa olsun bana koşulsuz derman olacak insanların yakınımda olduğuna. Onlara farklı hiçbir şey olmadı ama ben değiştim. Ben çok değiştim. Bazen sinirlerimin artık dayanamayacağını hissettiğim dakikalar geliyor ve o dakikalar geçmiyor. Ufak, nazik bir çağrımı bekleyen insanları kendimden fersah fersah uzaklara atıyorum. Sizin olduğunuzu kabul etmek istiyorum ama korkuyorum diyorum. Şimdi bunun için ilk defa onca kırık düşünceye rağmen başımı kaldırıp seni suçluyorum bu hayatta bugüne kadar en fazla güvendiğim insan. Her zaman başarılıydın beni umursuyormuş gibi görünmekte. Her zaman da beni talep ettiğin şekil olarak elde etmeyi başardın biraz cümle kurarak. Nasılsa ben hep dünlerden razı uyanıyordum. Açıkça kendine göre defalarca iddia edip, üzerine nutuklar çektiğin dostluk hakkında zerre çaba göstermedin. Ben mutluyken çok kolaydı "ne zaman ihtiyacın olursa yanında olacağım" demek değil mi? Sanki işine gelmediğinde "valla beni hiç bağlamaz, böyle hissediyor olmaman lazımdı" diyerek beni kendi dökük benliğimle bırakan sen değil mişsin gibi.. Sonra da devam ediyorsun, beni kontrolün altında tutmak için inanacağıma emin olduğum şeyler söylüyorsun. "İyi ki varsın" diyorsun, "bana olması gerekenleri hatırlattın" diyorsun. Artık bunlara gerek yok. Beni, bu soktuğun delikten içi boşaltılmış kelamlar kurtaramaz. Böyle demem seni şaşırtıyor mu? Ne halde olduğum hakkında en ufak bir fikrin olmadığını zaten biliyorum da hiç değilse artık yalan söyleme. Ben senin için göze aldığım her şeyden sonra senin için yalnızca bir iletimatör olduğumun gayet farkındayım. Ama bunlar bile değil beni kahreden aslında.

Hani dostlarım demiştim ya. Ben onlara yarı-veda tadında laflar ettim. "Ben gidiyorum" dedim ve bir kesin emir bıraktım: "beni s.ktr edin." Kabul etmediler. Beni ne olursa olsun bırakmayacaklarını söylediler. Hüzünlendim, artık bu sözlerin hiçbirine inanamıyordum. Yıllardır yanıbaşımda olan insanların sözleri bile artık sahte geliyordu bana. Ben insanlara olan güvenimi kaybettim tamamiyle. Ah ama tabi ki senin süper yaşantında böyle streslere ne yer olurdu.. Bunu kelimelere dökmek çok ağır benim için. Bana o kadar çok yalan söyledin ki ben artık tanıdığım herkese inanmaya ürker hale geldim. Bir kez daha bu kadar derin bir çöküşü kaldıramayacağım için de gidiyorum. Nereye olduğunu bilmeden bir süre, birkaç gün, birkaç hafta. Yanımda kalsın istiyorum dostlarım, onlara emanet edebilmeyi istiyorum kendimi ama senden sonra kendim denen enkazdan başka kimseye bağlanamıyorum. Bunlar umurunda bile olmayacak hiç boşuna dilini yorma. Sadece yine beni kendime halime bırakıp yeniden senin istediğin ben olmamı bekleyeceksin. Bugüne kadar ne kadar incitirsen incit gidemediğimi biliyorsun çünkü. Fakat bu sefer hiçbir şeye sözüm yok. Sonunu da kestirmiyorum. İfade bile edemiyorum ki kederimi. Senin için üzülünecek bir şey yok ben kendime yanıyorum, dönüştüğüm şeye, beni ne hale geleceğimi hiç umursamadan hunharca kullanmana. Artık bana karşı dürüst olmanı da ne bekliyor ne de istiyorum. Sen bu hayatta birilerine karşı yalansızsan onlardan biri kesinlikle ben değilim. Duymak istersen diye hala; sana güvenmiyorum! Ben sana yardım edebildiğim sürece varım senin için, ne daha az ne daha fazla. Beni geberttiğin için pişmanmış gibi görünmeye çalışma lütfen. Ben sana bittiğimi haykırırken beni nasıl da kendi vicdanını rahatlatmak için kendimle bıraktığını ben biliyorum ve artık inanmak istemesem de, bütün yanımda olmayı dileyen kişilere rağmen şunu diyorum; hayatta en hakiki dostum kendimim. Sen istersen hala 3 sonra karşımda saçma salak bir "Deniz ama sen de neler demişin öyle tiriviri.." tribine yatabileceğin bir hadise anla bütün bunları. Bak sana son bir şey diyeyim, sen beni hayatta tutunmayı öğrenebildiğim her şeyden, bana "iyi ki varsın" derken bunu kasteden insanlardan şüphe eder hale getirdin ya benim daha kaybedebileceğim hiçbir şey yok!

Pazar, Ekim 07, 2007

Pazar Depreşmesi

Aklıma bir zamanlar geliyor. Hala hayatı tam olarak kendimce algılayabildiğim dönemden. Asosyal anlamında değil ama kesinlikle daha kişisel olmayı başarabildiğim aylar. Ben bunlara kısa olması açısından 2003 Ekim, 2004 Şubat gibi isimler veriyorum ve şimdi geriye dönüp bakınca o günler bu akşama kıyasla çok farklı hissettiriyor. Hani insanın kafasında geçmişten bazı önemsiz imajlar kalır ama kalanlardır onlar. Demek istediğim insanın zihninde yer eden mezuniyet, ölüm, korku ya da ilk oral seks gibi önemli anlar değil. Alakasız bir şekilde parkta salıncakla yerçekimine hareket çektiğin bir günü hatırlarsın mesela çocukluğundan. Ya da diğerlerinden pek bir farklı olmayan bir günde diğerlerinden pek bir farkı olmayan bir sokakta diğerlerinden kesinlikle hiçbir farklı olmayan bir şekilde yürümeni. İşte bunun gibilerden biri geliyor sürekli gözlerimin önüne. Geldikçe devrik cümle kuruyorum farkında olarak. 4 yıl öncesi, bir akşam. Büyümenin, yaşlanmanın, olgunlaşmanın, odunlaşmanın, deneyimlenmenin, yorulmanın, öğrenmenin, kirlenmenin.. etkilerini gözleyebilmek adına tarih biliminde ilk defa deney yapan tarihçiyi oynuyorum. Bundan daha iyi bir zaman bulamazdım çünkü o alakasız anı kalıntısı 4 yıl önce Ekim başındaki bir akşamdan kalma. Bir yerde Geleceğe Dönüş filminde 1, 27 "jügowatt" ın elde edilebilmesinin tek şansa bağlı olması, o da o yıldırıma denk gelmek olması, olması da olması gibi. Yine de deneyeyim dedim.

Her şeyi takıntılı şekilde aynılaştırmadım tabi. Çok da ciddi bir sonuç elde etmeyi de ummuyorum zira. Sadece aklıma kalan önemli faktörleri aynılaştırdım. Zaten burada faktör diye çok bir b.kmuş gibi bahsettiğim şey yalnızca çalan müzik. Hala ara sıra "ulan aslında bu hayatımda duyduğum en iyi şarkı olabilir" dediğim Radiohead'in Go To Sleep'i. Yine bir akşam. O zaman başka bir evde ikamet etmekteydik ama ışıklandırma ve bilgisayarın durduğu yerden olayı oldukça benzer oluyor. Asıl ortamda o zamandan farklı olarak ben şu anki halimde varım. Merak ettiğim o zaman hissettiklerimle, müzik çaldıkça belirlenlerle şimdikileri karşılaştırmak. Belli konularda nasıl fikir değişimlerime uğradığım da aynı zamanda. Mesela arkadaşlık, kadınlar, sanat gibi. Müzik çalmaya devam ettikçe moralim bozuluyor aslında. Bunun o zaman daha saf bir insan olmakla bir ilgisi yok ama ben sanırım o zamanki halimi tercih edebilirdim. Burada hal derken kastım ben değil, o zamanki durumum. Bir çok açıdan benzeşse de arada aslında uçurumlar kadar fark var. Misal o zamanlar bekardım yine ve açıkçası pek s.kimde değildi. Birey olmaktan, tek olmaktan mutlu olmanın yanı sıra "zaten karşıma algı ve ilgi olarak benzediğim biri çıkacaktır" diyerek fazla kasma zorluğuna girmiyor ve yer yer bunun faydasını görüyor hatta sonuçlarını alıyordum. Şimdiyse yine bekarım ve ülser olacağıma dair kuvvetli bir inanç taşıyorum. Hala "zaten karşıma çıkıcak.." diyorum ama nasıl ki insan okurken iş bulmayı dert etmez de durumlar g.te dayanınca "ne b.k yiycez lan" diye düşünmeye başlar, bu aynen öyle bir durum. Bildiğim şey şu o zamanki bana şimdi benim bu anti-bekarlık üzerine gösterdiğim çabayı anlatsam herhalde saygı duyar ama bir yandan da g.tüyle gülerdi. Buna sevinsem mi üzülsem mi an itibariyle bilmiyorum. Bir bakıma "basitlik mutluluktur" u bayadır anmadığım için güzel geliyor ama bir bakıma da karmaşıklığın sorunları öyle.. öyle şey ki.. tarifi bile yok o derece. Özellikle zamanla bu ilişki kavramının değişime uğraması çok ilginç şekilde oluyor. Daha ciddileştikte, daha duygusallaşıyor, daha mantıklı hale geldikçe, daha bile deli işi oluyor gibi. İnsanlar değişiyor çünkü. Git gide duygusuzu daha duygusuz, acımasızı daha acımasız, düşüncelisi daha düşünceli, salağı daha salak oluyor. En önemlisi de zihinsel birikim artarken oranı yükseliyor. Söz gelimi o zamanlar da sanat ve ilişkilerle münasbetim vardı. Zamanla sanata ayrılan zaman ve beyin hücreleri artıyor, ilişkiler için de geçerli bu. Ama önceden belki bugün olduğunun 5'te 1'i bir birikim aklın yarısından fazlasını kullanırken şimdi çok daha fazlası akılda daha az oranda yer kaplıyor ilişkiler yüzünden. Zamanla ilişkilerin insan hayatındaki yerinin deri koltuktan 4'lü oturma grubuna dönüştüğü aşikar.

Bu deneyde gözlemlediğim bir diğer değişim de ilgi/fayda dengesi. Vakti zamanında ne fayda sağlayacağı sallanmadan tamamen ilgi üzerine kurulan zaman harcanımı yaş ilerledikçe getirilere göre değişiyor. Önceden zevkine kod yazan insanlar (biz böyle "şeyler" idik gerçekten, Soner diye bir arkadaşım var o hala öyledir) şimdi bu işten ne kadar para kazanabilirize bakıyorlar. Bunda yanlış ya da tuhaf bir şey yok. Yapıyorsa tabi ki kazanmak da isteyecek ancak "biz büyüdük ve kirlendi dünya" gibi neo-arabesk bir yaklaşıma girmek istemesem de o zaman bir şeyin sadece keyif alındığı için yapılıyor olması çok daha masumdu. Milyonlarca memurdur bunun en kesin örneği.

İlgilenilen şeyler de değişiyor. Düzenli olarak PowerFM dinlerdim mesela. O dönem internet bağlatısı denen şeyin bana gelmesinin çok uzak olmasından ve korsan CD satanların pek aradığım şeyleri sunamamasından (ama hala arşivlerimde çok hatırları vardır) radyo-kayıt yapıyordum. Bir kaset kaydetmiştim hala durur. 3 şarkı vardı. Go To Sleep, Robbie Williams'ın Come Undone'ı ve tabi ki Eminem'in Loose Yourself'i. İlgilenilen ve ilgiler dahilinle yaratıcılık olan zamanlardı. Algılanış olarak en fazla değişen ama bir yandan da hiç değişmemesiyle başlı başına bir ironi olan yaratıcılık. Üretkenliği de getiriyordu yanında. Bir alete bakınca onun nasıl daha iyi olabileceğini düşünmek hiç de müstesna bir durum değildi o zamanlar. Tabi zaman içerisinde o da değişime uğradı, bu ülke ne endüstri mühendisleri kaybetmiştir böyle.. O zaman üretmek de bir ilgi alanımdı ama en büyük iki ilgi alanım ralli ve Müebbet Muhabbet'ti. Cenk ve Erdem beylere ilk tapmaya başlayışım da o zamanlara denk gelir. Şanslıydım da bu açıdan çünkü (zaman olarak biraz daha geriye gidince) Müebbet Muhabbet'in en güzel dönemi olan Hot TV/NTV Radyo zamanlarına denk geliyordu. Gerçi hala Cenk Durmazel ve Erdem Uygan osursa dinlerim ama tabi o zamanki fanatizmle arada farklar yok değil. O dönemden aklımda kalan ve daha önemlisi bugüne kalan şeylerden en önemlilerinden biri bir kişi, Pelin diye bir arkadaşım. Aynı zamanda internet sayesinde kazandığım ilk dostumdu. Hala Yahoo'nun M.M. mail grubunda mesajlaştığımız zamanlar gelir hatırıma. Şimdi ona ve bana bakıyorum da, hakikaten hayatın güzellikleri derinleşirken dertleri de iğrençleşiyor. Öyle her bakımdan çekilmez olmuyor ama bazen "böyle dikeni varsa affedersin s.çarım ben o güle" denecek noktalara da geliniyor. Henüz "s.kerim böyle aşkın ızdırabını" demişliğim yoktur çok şükür ama oraya gelir kesin bir gün.

Belli bir zaman olarak o akşam değil ama o aralar futürsuzca hayal kurduğumu hatırlıyorum. Genellikle Kuzey Amerika'da yaşamak üzerine hayallerdi her TV çocuğu gibi. O zamanlar olabileceğine inanıyordum, hala inanıyorum ama o kadar değil. "Kalıc bursu kazanıcam ben gidicem bu ülkeden" demek kolaydı. Sonra birileri gelip "önce bir şu g.tü s.kert hele, bak bu ÖSS" dedi. Sonradan sonraya Kuzey Amerika'da yaşamanın köpek gibi çalışmak olduğu öğrenildi ama Türkiye'de de kendi içinde global bir mahalle baskısı yükseliyordu. Mütemadiyen iki ucu boklu değnekti. İşte o zamanlar henüz diğer ucu görünmediğinden kolaydı hayal kurmak. Farklı olarak en önemlisi ise az ya da çok topluma aitlik duygusu başladı. Birden her şeye rağmen bakkala gidip "sonra halleşsek, eyvallah" diyebilmek çok güzel geldi.

4 yıl önce akşam Go To Sleep çalarken ufak bir dünyam vardı. Sonra gerçek dünyam genişledi ama hayal dünyam k.ç kadar kalmaya yüz tuttu. O zaman hayattaki idealim dediğim "tüm zamanların en iyi blues albümünü kaydetmek" ya da "WRC'de yarışmak" idi şimdi salakça gelse de. Onun yerini şimdi kariyer planları aldı. O zaman kadınlar kısmen basitti ve 3 faktörden oluşuyordu, kişisel ego falan da yoktu. Şimdi kadınların Oscar Wilde'ın söylediği gibi "anlaşılmak için değil sevilmek içindirler" olduğu ortaya çıktı ve çok daha karmaşık oldukları ve insana kendini güçsüz, özelliksiz ve basit zannetirme güçlerinin olduğu ve narsizmin kendilerine işlemediği. Bilemiyorum. Pek toparlayamadım. Pek bir şey anlatamadım ki toparlayabileyim zaten. O zamanları özlüyor muyum? Bazen. Şimdiye tercih eder miydim? Pelin'e sordum. "Çok şeker zamanlardı :))" dedi. Bir kere o zamanlar henüz duyduğum bir şarkı bende yıllar sürecek bir hayranlık bırakabiliyordu, şimdi hayranlık bıraksın diye yıllar geçiyor.

[MP3] Radiohead - Go To Sleep

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Echoes, Silence, Patience & Grace

Daha önce bu yazıda ilk single'ı müjdelenen, 2007 yılının en iyi rock albümü iki yılı aşkın süren bekleyişten sonra piyasaya çıktı. Foo Fighters bende hem bir hayal kırıklığına hem de tam tersine sebebiyet verdi bu albümde. Öncelikle ben de bugünün rock müziğinin en büyük grubunun Foo Fighters olduğunu düşünen kitlenin bu şekilde düşünen bir bireyi olarak grubun her albümde katlarca yükselttiği seviyenin bu albümü bir klasik kılacağını düşünmüştüm. Zira bundan önceki, çift disklik Foo Fighters albüm In Your Honour gerçekten "çok iyi" bir albümdü ve grubun saf bir rock sounduyla ne kadar sağlam şekilde oynayabileceğini gösteriyordu. Echoes Silence Patience & Grace'ın bir Led Zeppelin IV ve ya Machine Head olmadığı ortada olmasına rağmen bu kesinlikle albüm kötü demek değil, hatta In Your Honour'dan daha iyi çoğu şarkıda. Fakat bu albüm, dediğim gibi, beklenen kadar daha iyi değil. Yine grubun bugüne kadar ortaya çıkarttığı en iyi albüm olduğu ortada.

Aslen bir death-metal hastası olduğu bilinen Dave Grohl'ün bu albümde diğer albümlere göre çok daha sert şeyler deneyeceği de beklentiler arasındaydı. Zaten Grohl'ün kendisi de "bu albüm sizi yerinizden uçuracak" şeklinde açıklamalar yapıyordu. Ancak baba olmanın ve çıktıkların son turnenin akustik olması sebeptir ki bu albüm ağırlıklı olarak slow ve akustik başlayan şarkıların çatır çatır hard rock'la bitişlerinden oluşuyor. Tamamiyle akustik olan şarkılar da yok değil. Açık ara farkla albümün en iyi şarkısı olan Stranger Things Have Happened ve Dave Grohl'ün "9 yaşımdan beri böyle bir şarkı yazmayı hayal ediyordum, o kadar güzel oldu ki dinlemeye bile kıyamıyorum" dediği Home gibi. Aynı şekilde baştan sona sert olan The Pretender, Long Run to Ruin (bu ayrıca ikinci single olacak), Cheer Up Boys gibi şarkılar da mevcut. Albümün sound olarak özetini ise kanımca albümün en iyi ikinci şarkısı olan Let It Die çıkartıyor.

Albümde grubun etkileşimlerinin çoğunlukla kendilerinden olduğu söylenebilir. Daha önce denenmiş pek çok Foo Fighters soundunun yenilenmesi ve ilerletilmesi albüm boyunca hissediliyor. Bu sefer grup grunge köklerine de dönerek harkulade bir akustik/hard rock albümüne imza atmış. En önemlisi de albümün 54 dakika 53 saniye boyunca asla sıkmıyor oluşu. Zaten 2007'nin en iyi rock albümü derken bu kadar emin olmamın sebebi de budur. Kim Puddle of Mudd ve Lynyrd Skynyrd'ı aynı anda dinlemek istemez ki? Bu albüm hayal kırıkları ve tatminlerle dolu olsa da taş gibi bir albüm olduğunu kabul etmek gerek. Ancak ilk defa bir Foo Fighters albümünde -en güzel değil ama- en sağlam sert şarkı albümün ilk single'ı oldu.
[Albüm] Foo Fighters - Echoes Silence Patience & Grace*

*: Torrent.
top