Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Mutlu Yazı

Yalan söylüyorum. Çok fazla yalan söylüyorum tek cümlede. Çok fazla yalan söylemek benim için "mutlu" sözcüğü yek olarak bile. Sen olmadan herhangi bir şeyden, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir koşul altında keyif alabileceğimi düşünüyor musun gerçekten de? Özellikle bu devyarasa yalanı söylemek zorunda kaldığım tek kişi senken. Ben sana uzun zamandır böyle yalan söylüyorum. Mutluyum diyorum. Hayat güzel diyorum. Sensiz gayet güzel idare ediyorum gibi görünüyorum. Benim için "sensiz" tanımının manasını senden gizliyorum.. ve her şey.. her şey gayet güzel oluyor değil mi? Sen mutlusun, ben mutsuzum. Rollerde bir sapma yok. Yalnızca dekorlar, ışıklar, sahneler değişiyor. Ana iki karakter yerinde duruyor. Sadece güzelliğini sahnelemen bile yeterliyken paylaşma lütfunda bulunduğu parlak kelimeleriyle sen ve söyleyecek çok şeyi olan ama susmakla mükellef ben. Eğer bu bir film olsaydı herkes kederimin farkında olurdu. Filmlerde hikaye pek çok açıdan anlatılır ya ve biz aslında iki saat boyunca kıçlarımızın üzerinde otururken bu birbirlerinin halinden habersiz karakterleriniz birbirini keşfedeceği anları bekleriz. Ama gerçek hayat öyle değil. Hal sensin, bende koca bir pürmelal var. Senin bilmemen gerektiğini sandığım bazı şeyler, günden güne içimi kemiren. Sonra hayatında mutlaka biri olacağını düşüncesi geliyor aklıma. Böyle bir şeyi şimdi kaldıramayacağımı biliyorum. Tek yapabileceğim o gün gelene kadar bunu öğrenip de yıkılmayacak kadar güçlenmiş olmayı ummak, sana bu kadar aşıkken olacağını hiç zannetmesem de. Yine eğer bu bir film olsaydı ileride illa ki ortaya çıkıp beni "yardımcı erkek oyuncu" kılacak o kişiye küfür eden ve benim için üzülen birkaç marjinal iyi insan da olurdu. Onlar, The O.C.'de Seth Cohen için hissettiklerinin aynısını benim için hissederlerdi. Bir "indie hero" olurdum. Güzel olurdu, daha katlanılabilir. Oysa şimdi, bunu gerçekten umursayacak sadece ben varım. Üstelik ışıklar sönerken oynadığım karakterin kıyafetleri gibi kurtulamam senin bana yazdırdığın hikayemden. Summer Roberts'la senin uzaktan yakından ilgin bile yok.. Ben seni inatla öyleymişsin gibi görsem de.

Beni ne zaman kendi kendime kızacak kadar aşık etmiştin sen? Bu çok ileriye gitmiş bir hadise. Senaryo, gerçek hayat ya da başka bir şey. O "kendi kendime kızacak kadar" söz öbeğini okuyan herkes düşüncemin "neden aşık oldum?" diye düşünmek olduğunu zanneder değil mi? Sen öyle yapardın sanırım. Ama bilmediğin bir şey var. Ben kendime tabi ki "nereden karşıma çıktı?" diye sordum senin hakkında. Kendi kendime kızmam bunu sorduğum içindi. Sen, beni, kendine hissettiğim şeyi sorgulamamı reddettirecek kadar fena aşık ettin. Bunu yapabileceğini en başından beri biliyordum. Seninle gurur duyuyorum desem biraz tuhaf mı kaçar? Sanırım ben daha önce hiç böyle olmamıştım. Bu kadar derin, bu kadar yakın, bu kadar uzak, bu kadar önemli. Bugüne kadar kendimleyken bile söylemeye çekindiğim bir şey vardı. Ben sana aşığım. Bunu nasıl da haykırasım var bilemezsin. Gözlerin "bu deli ne yapıyor böyle" derken seninle olabilme ihtimalinin tarifsiz güzelliği ile sensiz olma kabusunun sokacağı komanın tam ortasında, bulutların arasında bir yerde kalbimi "burada sana ait bir şey vardı" diye ellerine bırakmak. O anın hissi için ne realizmlerden vazgeçerdim. Ama hepsinden önce yaşadığım realizmden vazgeçemiyorum. Korku beni alıkoyan, belki zamansız bir depresyondan, belki de zamanı geçen bir mutluluktan.

Bazen bunların sana yazıldığını biliyormuşsun gibi geliyor. Böyle düşündüğüm zamanlarda iki şey bana enseye batırılan bir enjektörün acısını andırıyor. İlk olarak; kendime kızıyorum. Çünkü bu yazdıklarım, bu meydana getirdiğimi sandıklarım hiçbir şey değil. Seni görünce aklımdan geçenlerin yanında çok değersiz kalabiliyorlar ancak. Ben sana uzunluk da dert etmeden içimden gelenlerin olduğu bir Das Kapital yazabilirim. İnsanlar okur okur minder yapar. Oysa senin bu okudukların onun yanında peçeteye yazılmış lalettayn notlar gibi kalıyor. Buzdağlarının eşşek kadar olan kısımları nasıl oluyorsa burada da görünmüyor. Küresel olarak ısınıyorum bu hikaye sensiz uzadıkça. O buzdağları da yok oluyor. Eriyorlar ve ben o denizlerde boğuluyorum.

Çok hayal kuran bir insan oldum hep. Pek az insan anladı aslında bir hayalci değil bir mutluluk avcısı olmaya çalıştığımı. İyi ki var onlar. Hayallerim de iyi ki var. Önceden hafızamda yer etmiş yüzlerce hayalim vardı. Onlara sürekli yenileri eklendi. Yeni olaylara yeni hayaller türedi. Kafam sonunda bir hayal çöplüğü oldu. Ben yine de gereksiz bir bilgi çöplüğü olmadığı için mutlu oldum. Sonra senden sonra bir şey oldu. Hayallerim, onlar bana ait değildi sanki, artık! Onlar sana da ait değildi. Onların "biz" diye bir şeye ait olmaya başladıklarını fark ettim. Sana aşık olduğumu kabullendiğim an da oydu galiba. Hiçbir hayalimin artık sensiz kurulamadığını fark ettiğimde.. Zaman ve mekan tanımadan her sahne seninle birlikte arkada mesela Savage Garden çalan hadiselere dönüşürken sensiz olan bütün sahnelerde sadece Porcelain çalıyor. Yine yalan söylüyorum. Sadece tek bir şarkıya sığrabilmek mümkün değil senin olmama durumun yarattığı hüzünü, sen bunu zaten biliyorsun da galiba. Bir hayalim vardı bunlardan öte. Ben, Avusturalya, takım elbise, Range Rover, Fender Stratocaster gibi etiketleriyle huzur dolu bir görüntü. Şimdi o hayal ancak seninle bütün, mükemmel olabilecek gibi geliyor bana. Sıcak bir ilkbahar gününde sabah uyanıp birbirimizi izliyoruz, daha sonra da çıkıp güneşin bizi deri kanseri yapacak olmasına umursamadan çimlere yatıyoruz. Bana ne yaptın bilmiyorum ama sanırım bundan şikayetçi değilim. Çünkü seninle mutlu olmak o kadar güzel görünüyor ki duyularıma artık senin için daha azını düşünmemi/hissetmemi bekleme. Hoş, bu laflar sen çoğu şeyden habersiz olduğun için haybeye edilmiş oluyor ama.. Olsun! Hiç önemli değil. Hani hayatın vardır. Bir tanedir, çok değerlidir. Bir de onu beraber yaşamak istediğin insan vardır. Senin için dünyadaki en önemli kişidir. Sonuçta tek hayatını paylaşmak istediğindir. Peki ya bunun da üzerine çıkabiliyorsa bir şeyler, birileri, sen? Ya sana "adamak" fiili desem? Senden de "hayatımı adamak istediğim" diye bahsetsem? Abartılı olur değil mi? Büyük ihtimalle bana da abartılı gelecek günün birinde ama şu an için, izin ver, hissettiğim gerçekten bu. Çünkü teferruatı bir yana koyarsam, diğer bütün düşüncelerden sıyrılsam geriye yalnızca tek bir şey kalıyor asla silemeyeceğim; sana aşık olmam. Belki de aynı zamanda bunların ne kadar demek olduğunu anlmayacak olman..

Sen bir gün bunların sana yazıldığını öğreneceksin. O zamana kadar benim içim belirsizlikle dolu olacak. belki o zamandan sonra da acıyla. Bu sana bağlı. Bir şarkı sözünü tekrar kendimle özdeşleştirmek istemiyorum. "Üzerime doğru hızla gelen bir yük trenisin, yolcu değil, yük trenisin. Oysa ben seni tünelin sonundaki umut ışığı zannediyordum" demek istemiyorum. Dört yapraklı yoncayı bulduğuma inanmak için yeterince sebebim var. Bahtsızlığından kesin emin olan biri olmama rağmen. Ben galiba seni gerçekten seviyorum ve galiba senin bir süre daha bu yalanı dinlemeye ihtiyacın var, benim iyiliğim için..

Sensiz Müzik: Sırf Ağıt, Sırf Gürültü



Bugün Pink'in Just Like a Pill şarkısını dinleyerek uyandım diyerek aslında öyle olmadığını, uyandıktan sonra şarkıyı dinlediğimi ve bu tip gerçekleri yalanlayabilirim. Ya da gerçek anlamda şarkı sayesinde uyandığımı söylerim ve yüzde 50 dürüst olurum. Ama şarkının ruh hali bende uyanık olmama hissi yarattığı için yine sıfırlarım. Belki sadece güzel bir şarkı olduğu için umursamam bütün bunları. O değil de bir zamanlar Lenny Kravitz vardı. Ne günlerdi be diye iç geçirmeme ramaklar sayılıyken Jamiroquai aklıma geldi. Asıl Stardust vardı. Ya da daha doğrusu Music Sounds Better With You, daha da doğrusu onun klibi vardı. Evet, Fransızlar bu müziği çok iyi icra ediyorlardı ama daha önemlisi ilerdeki yıllarda Around The World'ün klibine Andy Warhol'un g.tünden çıkarttığı "s.çayım da sanat olsun" (ama severiz o ayrı) mottosunun etkisinde hayran kalacak bizler için asıl hayranlık uyandıran buydu. Kareografi, sembolizm, vs. hiç değil. Music Sound Better With You diye bir klip dönerdi televizyonda, şayet kanal MCM ise sadece o dönerdi. O klipte bir çocuk ve onun yaptığı bir uçak seti vardı. Nasıl da salya akıtırdık onun için. Söz verilmişti. Bir gün para kazanan insanlar olduğumuzda biz de alacaktık o turuncu rekli uçağın aynısından. Sonra yıllar yılları giderek derinleşen göz altı torbalarını tahvil bonolarını kovaladı. Biz bütün paramızı borsada kaybetmiştik ama yine de o uçaktan alacak kadar parası olan yetişkin bireylerdik. Fakat biz oraya gelene kadar o çocuklar çoktan ölmüştü. İçlerinden bir ben kalkıp da "bi dakka lan, ne ayak" diyebildim ama çok sürmedi. Su faturası vardı yatırılacak.. O çocukluk hayali de bizim 90'ların televizyon neslinin noksanlıklarından biri olarak kaldı öylece.

Pazar, Temmuz 29, 2007

Makina, Bitti, Sonunda!

12 yıl.. Hatta gerçekçi bir uslüpla; "12 yıl be ulan!" 12 yıldır bu adamı takip ediyorum ben. Neredeyse yaptığı televizyon dahili/harici her işinde. Herbiri belleğe kazınan Zaga bölümlerini ya da Televizyon Çocuğu'nun kült zamanlarını saymıyorum bile. Yan programlar, televizyon dizileri en önemlisi olarak tiyatro oyunları. Hayatta pek az sayıda gerçekten hayranlık duyduğum insan oldu. İşte onlardan biri, bir zamanlar en önde gelenleri olan, Okan Bayülgen'dir. Ben iflah olamayan bir Okan Bayülgen hayranı olduğumu her zaman üstelik gurur da duyarak kabul ettim. Üslubumdan bundan artık pişmanlık duyduğum anlamı çıkmasın. Hala sadece yaptığı bir tekil iş ve ya diğer işlerinin tümünden değil, tavrı ile idol olarak kabul ettiğim kimselerden biridir. Daha doğrusu bu idol almak tanımına en uyduğu haliyle "insanların ağzına s.çan Okan Bayülgen" idi. Peki neden? Öncelikle tavır, daha doğrusu bu tavrı kendime yakın bulmam. O "s-okan" karakterinin kendimle olan benzerlikleri ve gerçekçi olmak gerekirse hepimiz kendimize benzeyen insanlara hayranlık duyuyoruz. Daha sonra ise kariyeri ile. Hobilerini yapıp para kazanan insan olmasıyla. Oldukça da bu coğrafyadaki en donanımlı adamlardan biri olmasıyla. Sadece, Hakkı Devrim'i 2 yıldan uzun süre boyunca Televizyon Makinası/Makina'da tutabilmiş olması bile yeterli.

Yine de şu da bir gerçek ki Makina isimli program tam anlamıyla bir ızdıraptı. Zaman kaybı, uyku kaybı, yer kaybı vs. kaybı olmasından ziyade Makina, Okan Baülgen'in ortaya koyduğu ilk kötü işti ve gerçekten çok fazla kötüydü. Zaga gibi bir efsaneden, Televizyon Makinası gibi gerçekten başarılı olmayı becermiş komplike bir programdan sonra Makina.. Dürüst olmak gerekirse Makina s.çtı! Her bakımdan, her şeyi ile. Dekor, ışıklandırma, konuklar, tavır, Gürgen Öz.. Televizyon Makinası'nın sarı ışıklarının altındaki harkulade programın yerini beyaz, rahatsız edici ışıkların altındaki zaman kaybı almıştı. Benzetme ile; hotel lobisinden hastane koridoruna çıkmak gibiydi. Rezildi, berbattı, iğrençti, üzgünüm ama Makina hakikaten başından sonuna kadar her bölümde b.k gibiydi! O yüzden asla program seyircisinin "çok azgın olduğuna" ya da programda eğlenildiğine inanmadım. Kimse inanmadı. Utaçtı hatta. Okan Bayülgen'i bir gün karşısındaki salak konuğu ile konuşurken "peki efendim, sepet efendim" modunda göreceğimi asla zannetmezdim ama inanmama yetecek kadar çok örnek oldu. Sonuçta Makina eğlendiremedi, bilgilendiremedi, çok istisnai örnekler haricinde de bana bir şey katmadı. O, Asena ve Seray Sever'in çirkefliklerine sahne olan, Hakkı Devrim gibi bir insana "görgü klavuzu yok mu?" dedirttirip stüdyoyu terk ettiren bölüm hala aklımdadır. Bu muydu yani 40'lı yaşlarında Okan Bayülgen'in varacağı yer?!..

Eğer Zaga bu şekilde ekranlara veda ediyor olsaydı, bu önemli, uğruna alkol tüketilesi bir hüzün olurdu. Ama şimdi Makina bitti ve.. ve rahatlamadan başka bir şey hissetmiyorum. Yine de Okan Bayülgen'in ürettiği her şeyi tüketir miyim? Yaparım büyük ihtimalle ama bir Makina örneğinin daha olması durumda pek zannetmiyorum. Üzülüyorum dürüst olmak gerekirse. Hala hayranım ama bu da çok büyük bir hayal kırıklığıydı. Bir gün Okan Bayülgen'in yaptığı bir işe "berbat" diyebileceğimi asla düşünemezdim!

Pazar, Temmuz 22, 2007

Müzikal Karma 3

(Bu "Bölüm 1" gibi bir şeydir, gruplar ağırlıklıdır. Şarkılar ağırlıklı olan da gelecektir.)

Bir şey dikkatimi çekti. Çekiş oldukça sürpriz bir etki bıraktı bende. Aslında sürpriz de bir garipseme ile bitti. Öyle dalmaya meyilliyken ana fikirden saptığımı fark ettim ve dikkatimi çeken şeye döndüm. En belirgin ilgi alanlarından biri müzik olan hatta bu konunun dinleyicilik kısmında donanımına baya güvenen biri olarak kendi bloguma müzik etiketi altında toplam yalnızca 3 yazı yazmıştım. Tabi ki bu gerçeğin arkasından "niye bu kadar az oldu lan?" diye bir sual getirdim kendime. Malesef cevabı kendim de biliyordum, malesef cevap gayet açıktı. Çünkü ne zaman yazmaya bir niyet çoşuşu yaşasam yazmam "gerekli" zannettiğim şey tekti, birdi, biriydi. İçinde girildikçe derinleşen/depresifleşen bu halim son yazılarda kendini göstermiş olsa gerektir zaten. Çok kolay da bir tarafa itilemediği için, mesela bu sabah yine amacım o konuyla ilgili yazmaktı, diğer konulara çok fazla yer kalmamış oluyordu. Ama kısa keseceğim bu sefer. Çünkü sırf bir kişi için (ağırlıklı olarak sanatsal) ilgi alanlarımı ikinci plana atar haldeyim bir süredir ayrıca müzik, siyaset gibi konularda yazmayı özledim. Yani her bakımdan faydalı bir uğraştır bu. Son bir kişisel yazı şeyi olsun (yazmazsam olmaz), uzun sayılabilecek bir süreden sonra başka bir konu hakkında yazmak insanın kendi zihninde o kişiye "çekil anam sen bir kenara" demesi gibi bir his yaratıyor, ego tatmini oluyor, falan filan.

jacques villeneuve.

Yazının bu kısmı bir dergi eleştirisi gibi olacak olsa da tarafsız olmadığını/olamayacağını belirtmem gerekir. Çünkü bahsedeceğim müziği icra eden kişi benim hayat idollerimden biridir, üstelik aslen müzisyen bile değildir. Jacques Villeneuve. Bilmeyenler için bir toparlayayım. Villeneuve, efsanevi isim Gilles Villeneuve'ün 1997 şampiyonu, eski bir Formula 1 pilotu olan oğludur. Formula 1'de henüz ikinci sezonunda Williams-Renault takımı ile Michael Schumacher'i oldukça yamultmak suretiyle şampiyon olmuş, kariyerindeki bu hızlı yükselişi 1999'da BAR takımına geçerek baltalamış, açıkçası kariyerini p.ç etmiş bu takımda geçen 5 senenin ardından bir daha kendine gelememiştir. Bendeki hayranlığının sebebi katı mizacıdır. Bu nedenle pek çok sefer F1'in en nefret edilen adamı olarak etiketlenmiştir fakat şu sözü ile kendisine tapmamı sağlamıştır: "Beni olduğum gibi kabul edin. İstemediğim kimseye dostane görünebilmek için kendimi zorlayacak değilim." Neyse, konuya bir dönüş yapalım. Yalan söylemeyeyim ilk single Accepterais-tu? dinlediğimde benim sapık beklenti seviyemi bile hayal kırıklığına uğratmıştı duyduğum şey. Yalandı, tıraştı, bir b.k değildi. Yine de Last.Fm'de "psikopat gibi dinlenilen şarkılar" listeme girmedi mi? Girdi çatır çatır. Ama kişisel hayranlığımdan dinliyordum, salt olarak müzikten değil ve bu durum biraz moral bozuyordu. Üstelik "neden bunu dinliyorum?" şeklinde de değil çok daha içten bir "neden daha iyisini yapamadın be olm.." hissiyatı ile. Aynen böyle düşünüyor olmaktan gayet emindim dün saat 02:56'ya kadar.

Villeneuve'ün albümü Private Paradise tan bazı şarkıları güç bela edindim. Daha doğrusu umutsuzca downlad olmalarına bırakıp sabah gerçekten elimde olduklarını görünce çok sevindim. Yine de dürüst olmak gerekirse bir b.k beklemiyordum. İlk olarak albümle aynı adı taşıyan şarkı Private Paradise ı koydum. -Bu noktadan sonra yazdıklarımın hayranlıkla alakası yoktur- Şarkıyı dinledikten sonra verdiğim karar belliydi. Hayır bu bir klasik değildi belki ama çok rahat bir The O.C. Mix'e girebilecek, hatta ortalama bir indie dinleyicisinin tapabileceği, hatta ve hatta çok rahatça bir Robbie Williams albümüne yer alabilecek bir şarkı çalıyordu nazikçe ne Slayer'lar, ne Black Sabbath'lar görmüş Winamp'ta. Üstelik zaman/mekan birlikteliğine de abartısız kullanılmış tek kelimeyle mükemmel bir uyum gösteriyordu. Pazar sabahı işte. Yumuşak elektro-gitar riffleri eşliğinde kendini California'da uyanmış zannetmek isteyen bir acize de gayet hoş soundtrack oluyordu. Arkasından Foolin' Around geldi. "So tell me what else can I do if can't hold on without you?" basit ve güzel. Devamında gelecek olan "Don't say it baby, I'm not some game you play" gibi. Sound olaraksa country'ye daha yakın duruyor. Harmonika ve akustik gitar daha ağırlıklı. Yine gayet dinlenebilir ama Finley Quaye'nin Dice'ı gibi bir durum söz konusu. Dinlenebilir dinlenir de ama uzun zaman aralıkları ile akla gelirse. Bu şarkı çok rahatça bir The Thrills albümüne girebilirdi. You Are ise biraz daha yoğun bir şarkı. Basların daha çok hissedilir olması ve daha girişte modunu ele veren "I don't understand what's happening to me?" sözleriyle az da olsa depresif bir havası var. Hani bazı şarkılar vardır insan ne halde olursa olsun alır götürür. Still Loving You, Ah, Child in Time gibi. Bazıları da insanın morali o şarkıya uymaya istekliyse en az diğer kategorizasyon gibi etki eder. İşte bu da onlardan sanırım. Hiç değilse kendimde yaptığım deney sonucunda bu sonuca ulaştım. Bu şarkı da rahatça bir Tim McGraw şarkısı olarak tanınabilirdi. Son olarak The Ones ise bütün diğer 3 şarkının karması gibi. Hem sözler hem de müzik olarak. Tüm bu yazıdan sonra gaza gelmekten kelli bir toplama hazırladım, üşenmedim upload da ettim. Bir bakılabilir. Bir bakılma bile dehşetengiz mutlu edecektir beni. Ama yalvarmıyorum ya da "köpeğiniz olayım indirin lan" demiyorum. Bak buraya kadar okuduysan ve merak ettiysen aşağıdadır.

[MP3] Jacques Villeneuve - Private Paradise, The Ones, You Are, Foolin' Around

rascal flatts.

Tesadüfleri severim özellikle bana aradığım ama ne olduğunu bilmediğim bir şeyi buldurduklarında. Mesela bu grubu da bulmam tamamen o şekildedir ve süper olmuştur. Tamamen "free inspireyşın" şeklinde bilmediğim şarkıları tararken. İlk olarak "September" ile başlayan arayış "Freedom" a geldiğinde Rascal Flatts ismine rastladım. Orada bilmediğim başka isimler de vardı. Neden onlar? Bilmiyorum. Nokta. İyi ki de öyle olmuş ama. Uzun zamandır country müzikten uzak kalmış bünyeme batarya gibi geldi desem yeridir. Country müziği gerçekten çok değil ama derin seviyorum. Mesela indie ve ya trance böyle değil benim için. Aslında metal bile böyle değil. Çünkü benim için ayrı özellikleri olan müziklerden country. Blues da öyledir. Sahip oldukları tat başka hiçbir türde olmayanlardan. Ki bu anlamda ilk aklıma gelenler de yine blues, country, grunge ve ironik şekilde pop'tur. Bu diğer müzik türlerini ikinci sınıf olarak değerlendirdiğim anlamına gelmiyor kesinlikle. Böyle bir durum olsaydı bir kere rock müziği elemiş olurdum. Ancak yine rock, metal, electronic ve -hatta- jazz gibi türler benim için "dinlenmesi süper türler" iken bu -sırasıyla- Grunge-Blues-Country benim için "dinlenirken orgazm olunan türler" olarak kabul görür. Çünkü bu 3 türde benim için ortak ve diğerlerinde olmayan bir şey var. Uzaklaşma hissi, güzel yoldan. Az da olsa bahsetmiş gibi olduğum bir günbatımına doğru hareket halinde ya da değil dalmak. O saat diliminde bir araba/teknede yumuşak şekilde süzülmek ve ya yalnızca boş bir bankta dağlara gömülen güneşi izlemek. Elbette bunları bile sub-katero kılan tek bir tür var. O da "dinlenirken ya zevkten ya da kederden kesin öldüren tür" olan klasik müziktir.

Gruba geri dönersek yine o California hissiyatına değinmek gerekir. Bu sefer yolda olmak durumuna daha yakın. Bu yüzden karayollarında çok güzel gidebilecek bir grup. Hele ki o karayolu şehirler arasıysa. Ama otobüs falan olmayacak. Aslanlar gibi özel araçla gidiliyorsa. Şimdi bu diyeceğim kısa kesmek gibi anlaşılaşacak ama cidden söylettiği değil hissettirdiği çok olan müzikler olur ya. Bu da onlardan. Bir arayışı, bir noksanlığı anlatıyor. (Başta bu konudan bahsetmiyorum demiştim, deği mi..) Ama çok önemli bir yanı da var. Şayet bu noksanlık hali düşüncesi zihnin kalan karmaşıklığı içinde karman çorman bir haldeyse müzik onu bir yere toplayabiliyor. Hiç değilse ne hissettiğini ve ne yaşadığını daha rahat özetlemene yararlı oluyor. "Neden ben bu kadar uğraşmama rağmen edilgen kalıyorum?/Bana ne oluyor böyle?" sonucuna çok daha kısa sürede ulaşılıyor.. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Bu grup dünyanın en iyi şarkı outrosu yazan grubudur.

megadeth.
Sıradaki grup hakkında "yeni bir keşif" dememin mümkün olduğu zamanın üzerinden 20 kocaman yıldan fazla zaman geçti üstelik benim için tam anlamıyla "yeni bir keşif". Çok ayıp ettiğimi fark ediyorum kulaklarıma an itibariyle. Öncesinde cümleyi "bakın yeni dinlemeye başladığım grup.." diye açıyor olmaktan utanç duyarak bu grubun adını açıklıyorum; Megadeth! Aslında 2 hafta önce başlayan dinleme maratonumdan önce de Symphony of Desturaction şarkılarını biliyor ve çok seviyordum. Ancak kotalı-internet isimli bir saçmalığı hizmet diye kullanmamdan mütevellit diskografisini indirmediğim gruplardandı. Ben de sonunda indirmedim. Gittim dükkandan aldım. Helal-i hoş olsun verdiğim 3 YTL. Çok da aşırı bir şey beklemiyordum açıkçası. Bana Megadeth hep Metallica'nın basları/vokalleri kısılmış bir versyonu gibi gelirdi ki çakayım bu lafı etmiş olan bana geçmişteki. Hala Metallica'yı daha çok severim ama Megadeth'in bu kadar güzel şarkıları olduğunu hiç tahmin etmemiştim Henüz çok az bir kısmını gerçekten dinleme fırsatı bulmuş olsam da kısaca diyebileceğim "oyyş" olur. Bu arada Megadeth ile ilgili fark ettiğim birkaç şeyi yazmak istiyorum:

1. Dave Mustaine'in yeteneğinden şüphe etmemek lazım geliyormuş.
2. Dave Mustaine'in sesi gerçekten çıkmıyor ama zamanla gayet duyulur ve hatta güzel geliyor.
3. Cryptic Writings açık ara en iyi albümleriymiş. Rust in Peace'i yermiş!
4. Megadeth, Kill 'em All'ın devamı değil Youthanasia'ymış.
5. İronik olarak tüm zamanların en iyi trash-metal grubu olarak görülmelerine rağmen trash-pop yapabiliyorlarmış ve dehşetengiz oluyormuş.

Böyle gider bu. Belirgin bir hayranlık başladı bende Megadeth'e karşı. Ama öyle fanatik bir durum değil. Hala Mustaine'den başka bir elemanlarının adını bilmiyorum ya da gidip United Abominations'ın aslını almam ama şu sıralar en çok dinlediğim grup ve gidip t-shirtünü giymekten keyif duyarım. Yani "Dave Mustaine metal müziğin Allah'ıdır ulan!" diye bir görüşüm yok ama şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. "Lars is the lamb of Dave the God".

Symphony of Desturaction'dan sonra ilk dinlediğim -ve sonra en sevdiğim de olan- Megadeth şarkısı Almost Honest oldu. Yine Cyrptic Writings albümünden bir şarkı. Bu bahsını geçtiğim "trash-pop" katerosine girebilir. Herneyse ne. En önemlisi şunu diyemem şarkıyla ve genel olarak grubun müziği ile ilgili "Coldplay ile Anthrax'ı karıştır üstüne biraz tempo ekle" gibi bir benzetmeyi yapamıyor olmam. Bugüne kadar dinlediğim yüzlerce grubun içinde direkt olarak Megadeth'e benzeyen hiçbirini hatırlamıyorum. Bunda grubun çok fazla değişik şey denemiş olmasının da etkisi yüklüdür. Her ne kadar kabaca bakıldığında 10 albümdür aynı tondalar gibi görünüyorsa da. Sonuçta bir Killing is my Buisness...and Buisness is Good! ile Use The Man arasında dağlar kadar farkın olmadığını idda etmek için ya sağır ya da salak olmak gerekir. Yani Megadeth benim için asla bir Nirvana ve ya Led Zeppelin olamayacak olsa da Pearl Jam'den daha değerli olacaktır, bunu söyleyeceğimi hiç bir şekilde tahmin edemezdim 3 hafta önce..
[MP3] Megadeth - Almost Honest

üçnoktabir.


Son bahsedeceğim grup bu coğrafyadan; üçnoktabir. Malt'ın bayan vokalli hali gibi duruyorlar. Öyleler de ama Malt'ı üçnoktabir'e ya da üçnoktabir'i Malt'a benzetmek önemli değil. Sonuçta bu gruplardan biri iyi, diğeri de iyi oluyor bu yüzden. Benim için Malt çok iyi, üçnoktabir iyidir o ayrı. Bu son grup olduğundan ve ben de yazmaya artık üşenir bir hale geldiğimden gayet kısa anlatacağım. Melis Danişment'in mükemmel bir sesi var. Çok duygulu, derin ve tiz tonlarda insanı katledebiliyor. Vokal tekniği olarak Özlem Tekin'i andırıyor çoğu noktada. Zaten Özlem Tekin'i de çok severim. İlla benzetme olacaksa Alanis Morissette'in tonu ve Björk'ün duygusunun karışımı gibi. Bu işin sözleri okuyan kısmı. Sözler iyi söz yazdığı idda edilen Duman, Mor ve Pipisi gibi gruplardan fersah fersah ilerde. Korkum bir gün Melis Danişment ve Cenk Durmazel'in bir gün stüdyoya girip gelecek 15 yılda yazılacak anlamlı hiçbir şey bırakmayacak bir iş çıkartmaları. Müzikal olarak Malt'a oldukça benzese de bir ton daha yumuşak müzik. Gerçi bir grupta sadece Cenk Turanlı'nın olması bile yeterlidir.
[MP3] üçnoktabir - Ölmeden Ünlü Olsam

Perşembe, Temmuz 19, 2007

Emprovize Ölüm Yazısı

Bu herhalde en yazamadığım yazılardan biri olacak nihayetine erdiğinde. Gerçekten henüz hiçbir şey yazmamış olsam da, neler yazacağım hakkında en ufak bir fikrim olmasa da en baştan daha sonraları gururla anmayacağım bir iş çıkacağını biliyorum. Peki ölümle ilgili doğaçlama yazı yazılır mı? Bu konunun ciddiyetine bir ihanet değil midir? Değildir! Çünkü ölümün kendisi doğaçlamadır. Planlı ölüm diye bir şey yoktur. İntiharlar bile planlı değildir. Çünkü ölüm, ölmek sonucu önemli olan bir şey. Devamında ne olduğudur ölümü önemli kılan ve ya nelerin artık olamadığı. Kendi kararıyla yaşamını sonlandırmayı seçen biri bile sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordur. Bunu öğrenmenin bir yolu da yok. İşte biz bu anlık olaydan sonra uzun uzun düşünürüz ve genellikle bu düşünmeyi daha önce yapmadığımız için kendimize kızarız, ağlarız, yoruluruz ve unuturuz. Unutmak işin kaçınılmaz sonu. Öyle de olması gerekiyor aslında. Bir ölüm bir başka hayatın devamına engel olmamalıdır. Acımasızca bir yaklaşım gibi geliyor değil mi? Hiç değilse bana öyle geliyor. Kendime çok rahat şekilde bu kadar mantıklı olduğum için kızabilirim. Tıpkı tersini arzulayıp duygusal yaşamayı tercih edebileceğim için de. Sadece ölüme olan bakışım bana bir insan tarafından nefret salgılatabilir. Çünkü ölümle ilgili bir konuda taktir kazanamazsın. Hayır ölümde geride kalanlar içinde kazanan yoktur. Kaybedenler ve çok daha fazla kaybedenler vardır. İşte ölüm bu yüzden bir önem taşıyor. Son kurduğum kişisel cümleleri anlam olarak değil, bir komple düşünme olarak gör. Demek istediğim buydu. Hayatı sorgulamak, kendini sorgulamak, amaçlarını, yaşayışını, insanları, her şeyi daha önce hiç yapmadığın gibi sorgulamak. Belki bazen de bir yara almak ve farkında olmadan onu asla iyileşemeyecek bir hale getirmek ve bu yaranın zihninde yarattığını "normal" olarak kabul etmek. Ölüm en büyük acıdır kalanlar için ama kontrol etmek de gerekiyor bu acı halini.

Eğer bunu okuyan birisi yakın zamanda birini kaybetmişse dediğim nefret kazanma durumunu yaşıyor olabilirim. Basitçe "sen ne bok anlarsın lan geri zekalı!" şeklinde çemkiriliyor olabilirim. Olsun. Bu konu kişisel anlaşılmalara indirgenmeyecek kadar önemli. Ve hayır, ben yakın zamanda hiç kimseyi kaybetmedim. Yine de malesef çevremde bunu yaşayanlar oldu. Birkaç çok şanssız insan. Onlarda gözlemledim ölümün yıpratıcı etkisini. O tarifsiz depresyon halini ve çok fazla hak veriyorum onlara. Çünkü o durumda kendimi düşünmeye çalışıyorum. Birine bir daha asla "naber ya" diyemeyecek olmak. Bu yaklaşım basitlik falan değil. Hayatın kendisi bu ufak şeylerin bir araya gelmesidir zaten. Gidişi kabullenmek çok zor olmalı, ben bunu yalnızca tahmin edebiliyorum. Birini, o'nu bir daha asla görmeyecek olmak değil bence acıyı yaratan. O'nu bir daha asla göremeyecek olmak. Hayatta sana olan desteğine bir daha sahip olamayacak olmak. Gülüşünü bir daha duyamayacak olmak. Yüzünü bir daha göremeyecek olmak. Bir daha asla o'nunla beraber olamayacak olmak. O'nun gittiğini kabul etmek.. Hayatın hiçbir suçu olmayan birini yaşamaya laik görmediğini kabullenmek. Bu kabullenileemez! Ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin kabullenemez! Hele ki hiç sansürsüz orospu çocuğu olan insanlar baya uzun süre gebermeden yaşayabilirken.. Merak ediyorum acaba hiç kabullenilebilir mi böyle bir şey? Bütün bunlar, kaybetmek. Temelde yatan sebebin insanın elde edemediği şeylere olan içgüdüsel arzusu olması hiç önemli değil. Böyle bir acıdan insanoğlunun evrilişi sorgulanarak çıkılmaz. Ama acıyı atlattıktan sonra en uygun ortamdır belki de bunları düşünebilmek için. Ancak acı öylece kolay bitmez, asla kolay bitmediği gibi. Acının tasviri de kolay bitmez, mesela şimdi bitemediği gibi. Durmaya çalışıyorum ama böyle bir şey yaşamanın yarattığı yıkımı düşünmekten kendimi alamıyorum. "Acaba x nasıl oluyordur?" diye empati yapmaya çalışıyorum kendimce. Kendimce olduğu için de bir b.k yapamıyorum. O zaman da yalnızca görünen kısmını yalnızca hayal edebildiğim bu duzdağını aşabilen insanlara gıpta ediyorum. Yine de bir meraktır ya. Gerçekten de biri terk-i diyar eylediğinde kalan beraber anı geçirilen yerlerde yaşamaya nasıl devam edebiliyordur? Sormak istiyorum "nasıl böyle bir harap oluştan sakınabiliyorsun kendini?" Bilmiyorum, bilemiyorum. Ben yapamazdım ama o kesin. Yapamayacağım içindir mutlaka bu denli kolayca yazabilmem bunları tek damla gözyaşsız. Belki böyle yaparak ölüm gibi bir şeyi yaşamak zorunda kalanlar için "saygısız" olarak görünüyorum. Ben öyle görebilirdim çünkü. Ölüm denen ızdırabı yaşamış biri olarak bunu hiç yaşamamış birinin ölümle ilgili atıp tuttuğunu görmek neredeyse bir mahremiyet ihlali olarak bile bile görünebilirdi gözüme. Ama dediğim gibi olsun. Ayrıca zaten bunu yaşayanlar yüksek ihtimal beni öyle saygısız olarak da nitelendirmiyorlardır. Bir kez daha bu güce hayran kalırım..

Böyle bir acı nasıl atlatılabilir ki sorgulaması bile acı verirken bunu yaşıyor olmak... Tamam tamam. Aynı şeyleri tekrarlamayacağım. Devamında gelenler de aynı yoğunluktadır. Hayatı sorgulamak. Mesela "kapitalizmin, kültürel empozenin farkında bunun beni sömürmek üzerine kurulu olduğunu biliyor olmama rağmen neden bunları tüketmekten zevk alıyorum sorusunu da sormadan yaşıyorum, bu bir suçluluk hissi gerektirir mi ve ya farkındalık mutlak reddetmek midir?" diye sormak gibi. Bunlar alakasız değil, ben de kafayı sıyırmış bir solcu değilim. Ama "ben neden/nasıl yaşıyorum?" sorusunun dibi eşelendiğinden çıkanlardan biri de budur. Gerçi neyin çıktığı önemli değil. Önemli olan çıkıyor olması. Yaşama dair ne varsa farklı bir şekilde bakılıyor olması daha doğrusu, en çok da kendine. Özellikle de üzerinde "onun için de yaşayacağım" demenin sorumluluğu varken. O da ayrı bir sorgulama konusu. Sorumluluk, bir değil iki hayatın birden. Belki bazen daha bile çokun. "S.kerim ulan böyle hayatı! Boş işte boş!" dememek, devam etmek. Herhalde zaten yürümesi zor olan bir yolda sürünerek gitmeye çalışmak gibidir. Bazıları bunu koşmaya bile erdirebiliyor. Daha önce söyleyip sonra tekrar söylemiştim şimdi yine söyleyeceğim bir 5000 kere daha söylenebilir/söylenmelidir. Bu insanlara hayranım. Ve bu hayranlık hali bende bir rahatsızlığa neden oluyor. Ben burada ölümle ilgili bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Çok kolayca defalarca bu kelimeyi kullanıyorum ve eminim ki tek yapabildiğim kendi zihnimden çıkarabildiğim şeyleri öylece dökmek. Birileri bunun gerçeğini yaşarken. Bırakın ben kendimi "saygısız" olarak görmek istiyorum. Neyse hayatı sorgulamak diyordum sanırım en son. Evet bütün hepsi bu. Sorgulamak ve farkındalık. Sokakta öylesine yürürken bunu yapabiliyor olmanın değerinin farkında olmak aynı zamanda da 100 metre ilerde bir .rospu çocuğu tarafından arabayla ezilebilmenin de gayet mümkün olduğunu sorgulamak. Yaşamın her an bitebileceğinin farkında olmak ve bunu sorgulamak. Belki giden kişinin kişinin acısı kadar bu da meşgul ediyordur kafayı. Düşünüyorum da ben burada duruken kalp krizi geçirsem ve her şey bitmiş olsa? "Hayatı yeteri kadar yaşıyor muyum?" pek orjinal bir soru olmayabilir ama kimsenin de buna cevap verememiş olduğu bir gerçek.

Gerçekten de birini kaybettikten sonra nasıl bakmak gerekir hayata? Birçok bunu yaşayan insanların bile bunu düşünmediğine şahit olmuşumdur ama acıdan değil. Sadece gerek görmedikleri için. Bu bir suçlama değil. Ancak örnekse benim normalde de yaptığın bu tarz bir hayat sorgulaması o ruh hali içerisinde kim bilir nasıl oluyordur diye merak ediyorum. Deneyerek öğrenmek istemediğim şeylerdendir.. Yeni bir bakış sahibi olmak, yeni bir düşünce tarzı. Yeni derken direkt olarak "iyi" demek istemiyorum. Ölümün depresyona sürüklediği insanlar da var. Onlar da "yeni" bir hayat görüşüne sahip oluyor. Bence tırnaklar tırnak üstüne şekilde tırnak içinde "doğru" olan biraz daha açık bir zihinle yaşayabilmek ölüm acısını tatmak zorunda kalındığından sonra. Yaşayacaksın. Gerçekten yaşayacaksın. Bazen yarın yokmuş gibi, bazen bir son yokmuş gibi yaşayacaksın. Yeri geldiğinde içip dağıtacaksın, yeri geldiğinde de kolesterol testi yaptıracaksın. Bir rolde değil pek çok farklı ruh rolünde oynayacaksın. Pişman da olacaksın "keşke" ler yağdırarak, mutlu da olacaksın "iyi ki" ler sıralayarak (can dündar'a selam olsun). Kelimenin her anlamıyla yaşayacaksın çünkü birileri artık bunu yapamıyor.. Ancak standart insan algısından dolayı anlaşılmak için direk g.te gidebileceğinden en en en önemli vurguyu tam buraya yapayım. Bütün bu yazılanların bunların maksadı "aman iyi bakın hayata, acıları boşverin, e çünkü hala hayattayız" demek değil. Hayatta acı denen şey de var çünkü ve acı olmasaydı mutluluk, sevinç ve orgazm da olmazdı. Işığın ne olduğunu bilmeden karanlığın ne olduğunu bilebilir miydin? İşte bu yüzden yaşarken depresyonist ve ya polayana olmak da aslında ölmektir. Yaşamaktır aslolan. O zaman sonuç? Onu da sen söyle, hala nefes alabilen bir beynin var..



Eşşek Soru: Peki ben bunları neden yazdım?

Açık Şık) Birilerine bir daha başlarına bir şey gelmesine engel olacak bir şey oldu.
Boşboğaz Şık) Biri öldü.
Cansu Bu Gün Çok Şık) Ben münasebetsizin tekiyim.
Doğru Şık) Belki en çok benim böyle bir yazıyı okumaya ihtiyacım vardı.
Eylül Şık) Şu anda her ne düşünüyorsan, haklısın.

-Lazımlık.

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

Maux de la Matin, Douleur..

Çok aşırı isteklerim yok hayattan şu sıra. Mesela sadece, sabahlar zor, ağır ve anlamsız yerine biraz daha güzel şeyleri hissettirebilirdi bana. Sırf bir kişinin hakkında faydasız düşünceleri kovalamak dışında hiçbir işe yaramayacak, açıkça boş bir günden fazlasını bekletebilirdi bana. Bunu bir aforizma olarak kabul edebilirim kendim için. Bir zamanlar bu boş zaman olarak bile gelmezdi çünkü. Bir şeye, bir amaca, bir hayale hizmet ettiğimi zannederdim budalaca. Bir "ne yapıyorum ben böyle?" noktasına da geldim kaçınılmaz olarak. O zaman verecek cevabı bulamadığımda tamamen arınmış olmak için tek kesin şansı elde etmiştim. O kadar kolay olamazdı ama. Sen bu kadar kolay bir sonu hak etmiyorsun benim içimde. Ancak dürüst olmam gerekirse seni unutmak gayet kolay aslında, bir de seni hatırlamak olmasa.. Unutmaya da çok yaklaşmıştım aslında bir seferinde. İçinde yürüdüğüm ama asla hissettirdiği varlığı bana ait olmamış o kara tonlu sokakta nihayet mavi gökyüzüne bakabildiğimde. Taa ki bu pasif-sarhoş halimle ilerdeki kaldırıma çarpana kadar. Acı verdiği yerde realizmin etkili olacağını bir mazoşist dışında birinin, benim, söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama "iyi ki varsın" sözü döküldü birden ağzımdan. Geri de toparlayamadım. İstemedim çünkü. Nedense köşeyi dönüp bu olmaz sokaktan çıkıp kalan dünyaya dönmem gerekirken, kurtulana kadar gökyüzündeki eşşiz renge dalmam gerekirken, hata yaptığımın farkında olmayı umursamam gerekirken, ben, kalıp en olmayacak en olmaması gereken fikre saplandım. Mutluluğu olduğum yere getirmek! Halbuki mutluluk başka bir yerde çok daha ulaşılır şekilde karşıma çıkabilirdi, çıkardı da. Neden reddettim peki ben bunu? Sanırım gerçekten benim ağırlığından kullanmaya çekindiğim sözcüğün anlamını içindeki labirentte fark etmeden kaybolmayı seçerek idrak etmiştim, "aşk". Ancak gülü seven dikenine saplanır. Her şey iyi güzel hoş olsun istedim. Mutlu olmayı, mutlu etmeyi, gerekirse bir şeyin uğruna harp etmeyi. Sonunda olucağına dair bir inancım olsaydı herhalde hepsini göze alabilirdim. Duygularımı sözcüklerle kalıplaştıramadığım anda Ayça Şen -ki çok yaşasın- ve onun Saatçi Bayırı'nda kullandığı bir söz aklın bir yerlerinden çıkagelip özetlendirdi. "Gidenler geri gelse bile en sevdiğiniz parçalarını gittikleri yerde bırakıp geliyorlar, gitmeyeceklerine olan güveninizi." Sen benden önce pek çok kez gitmiştin. Ben de gitmiştim bazen. Gerçek ve acı veren şu ki ortada hiç bir şey olmadı ki ondan gidiş olsun! Hiç beraber bir yerde kalmadık ki! Bak işte senin için sorun hatta "şey" bile olmayan çünkü bilmediğin ama benim içimi kemiren şey bu. Bütün bu hayali ben kendi başıma yarattım. Ben kurdum, ben çizdim, ben düşledim, ben sürdürdüm, ben bitirdim. Her nasılsa senin bir anda bu hayalin içindeki rolüne ereceğini düşündüm. Daha doğrusu seni oraya erdirebileceğimi. Ben hayalci bir insan değilim ama sen gerçek dünyaya ait olamayacak kadar iyisin. An itabariyle düşlerimde varolan ve gerçekte de sabahımı bir pasif-komaya çevirenin sen olması gibi. Düşler ve ya gerçekler hepsi çoğunlukla insanın kendi yapamadıklarına çıkmaz mı zaten? Yalnız kaldığımda çoğunlukla düşündüğüm sensin. Keşke, keşke her şeyi bırakıp seni düşüneceğime seninle beraber her şeyi düşünebilseydim.. O zaman belki bu sabahların yaşam içeren bir anlamı da olurdu. Çünkü işe yaramıyor. Bütün algılarımı açtığımda bile varlığını karşılayacak alternatif bir mutluluk bulamıyorum, yokluğuna eşdeğer bir hüznün de olamayacağı gibi.

Hayatta zamanlama denen şey asla bana iyi davranmadı. Asla! Hep kendimi ruh ve bedenen 3 yıl ilerisine ait ama doğum tarihine çakılı gecikmiş bir kargo gibi hissettim. Şimdi de öyle, yine zamansız bana dair olmasını dilediğim şeyler. Ama bir yol da olabilir. Bu sabahlardan, bu günlerden çok sonra bir zamanda ancak benim tarafımdan çizilebilecek. Onun için bir an evvel prozac almam lazım. Hayaller diye diye çok çenem düştü ama tamamen gerçek olanda şu; sen yoksun ve ben boş bir evde Jeff Buckley dinleyerek ağıtımsı şeyler yazıyorum fakat olsaydın şayet … herhalde Jeff Buckley’in kendisi olurdum. Dediğim gibi seni unutmak kolay aslında, bir de seni hatırlamak olmasa. Ya da 1 saniye.. Belki de seni unutmama gerçekten gerek yoktur?

Pazar, Temmuz 15, 2007

Sayın?

Hiç lafı dolandırmadan demek istediğime mi geleyim? Peki. -Sansürsüzolarak- Siktir git "Sn. Özlem Piltanoğlu Türköne". Budur.

Şimdi hiçkimse kalkıp benim edep ve saygı anlayışım hakkında söz etmesin. Kimse edemez de zaten. "Ama öyle denmez hebele hebele" gerçek saygıyı gösteremeyen ve hak da etmeyen insanların yine böyle yalandan bir saygı için kullandıkları bir araçtır. Yavşaklıktır! "Hepimiz birbirimizin arkasından ana avrat dağ bayır dere tepe düz gidelim ama karşılaşınca 'sayın', 'sevgili' gibi takılar kullanalım" Bu dayatma haline gelmiş örften, daha geniş anlamda insanlara zorla iyi davranmaktan nefret ediyorum! Peki ben s.ke s.ke böyle yapmak zorunda kalmıyor muyum? Pek tabi ki de evet. Zaten eleştirdiğim nokta da bu. İnsanların yapıştırma, şekil-şartı saygı takılarına ihtiyaç duyması. Mesela bu "Özlem Siyasette Yeni" de buna örnektir. Orada her şeye rağmen son derece düzgün, son derece seviyeli bir tartışma sürerken bu laf ediliyor ve ne? "Soyadım da mümkünse.." Ama Özlem'ciğim, Sn. Türköne, sen şimdi neden bende sana karşı şiddet arzusu yaratıyorsun ki? Ayrıca uslanmaz bir Okan Bayülgen hayranı olduğum yaklaşık 10 senedir doğrudur. Herkesin düştüğü bu içler acısı durumu böyle algılıyor olmamınsa sebebi kesinlikle bu değil. Çıkan seslere bir bakınız ki:

"Okan Bayülgen saygılı konuşmayı bilmiyor.."
"Okan Bayülgen bir milletvekili adayıyla nasıl konuşulacağını bilmiyor.."
"Okan Bayülgen karşısındakini çıtır bir konuk sandı herhalde.."

Varyasyonları çoktur. Ancak kimse de kalkıp "bu kadar zorlama nizam takıntısı insanlar mı faydalıdır?" diye sorma gereği duymadı. Yoksa "zaten batmışız b.ka ülkece ben daha bunların ideolojik yapılarına ne bakacağım" düşüncesinden midir? Hepsi mümkün. Yine de birkaç milyon insanın bu ilkokul beyinli salak kızceğiz ile aynı moda girmesi en edepli tabirle gülünç oldu. "Hocaaam bana 'sen' diye hitap ettiee". Bir siktir git Sayın. Türköne, hatta al parti başkanını beraber s.ktirin gidin..

Hepimiz Lerzan Mutlu'yuz!*

Perşembe, Temmuz 12, 2007

30789

Her şey gayet aynı görünüyordu sadece adının yeni geldiği günün sayıklamak dahi istemediği erken saatinde gözlerini açan Müge'ye. Artık gün bile hep aynı şekilde doğuyor gibi geliyordu ona. Her sabah, çalar saatin hayattan tek kaçışı olan uykusunu öldürdüğü andan yatağından indiği tarafa kadar her şey her zamanki gibiydi, aynıydı. Zamanında kafasına en az taktığı şeylerden biri olacağını zannedip geçiştirmişti. Oysa ki son aylardır her sabah sığındığı kafein onu uyandırırken kendine "bu yanlış" demek de düzenli yaptığı işlerden biri haline gelmişti. Hepsine ve en çok buna üzülüyordu. Bir yandan ruhunu makineleşmeye kaptırmadığı için mutluyken bir yandansa bunu sorgulamaktan delireceğinden endişe ediyordu. Mutsuzdu. 29 yaşındaydı. Kendini hayatın kırılma noktasına güçsüzce sürükleniyormuş gibi hissediyordu. Bir ofis işi vardı. Her gün yaptığı şeyler, gördüğü insanlar, insanların tepkileri her şey bir önceki günden olanın tıpkı aynısıydı. Sabah 07:32'yi gösteren saate gözü takıldığında hem bunları yine düşünüyor olmaktan kızdı, hem düşündükçe hiçbir şey olmamasına üzüldü hem de artık hazırlanması gerektiğini anladı. Bir aynı gün daha geliyordu. Aynalardan nefret eder olacağını hiç düşünmemişti ama sürekli aynı kostümün içinde durmaksızın yaşlanan kendini görmekten bıkmıştı. Sadece kendisi kaç kere o görüntüyle yüzleşirken kendini kaybedip gözyaşlarına boğulduğunu biliyordu. Güçlü olmak bile istemiyordu artık. Güçlü olmak sadece olan şartları biraz daha kabullenmekti çünkü. Güçsüz olmaksa hiçbir işe yaramıyordu. Bir an "kendine gel! bu yaşta ölümü mü bekliyorsun" diye kızdı. Ardından gelecek düşünce ise çok daha acı verecekti. "Bu yaşta? 30 olucaksın yakında asıl sen kendine gel!"

Bir zamanların insanlara pozitif enerji yükleyen, ne olursa olsun gülümseyen, umut dolu kızı şimdi soğuk bir metroda giden yalnız, çökmüş bir kadına dönüşüyordu. Elinden ne gelebilirdi ki? Bir şeyleri değiştirebilecek olsa bile bu halde yapamayacağını, asla yapamacağını, bu tarz şeyleri kendine ezberletmişti. Artık sahip olduğu iş, sahip olduğu hayat ve bunların sunduğu heycansızlıkların ötesine geçme şansının yok olduğuna inanıyordu. Bazen, özellikle boş sabah yolculuklarında aklına çocukken okuduğu masallar geliyordu. O da bir masal kahramanı olacaktı. Gerçek hayat ne zaman ona kötülük etmeye çalışırsa bir hayaline kaçacaktı. Hiçbir zaman kendine hayalci olup olmadığı ile ilgili bir sorgulamada bulunmadı. Bunun için fazla iyi niyetliydi. Hep hayatı o masallardaki gibi görmek istemişti. Yalana, karaya boyanmamış insanların, acımasız amaçların olmadığı bir dünya olacağına inanmıştı. En önemlisi de herkesin kendisi gibi olacağına inanmıştı. Herkesin saf ve iyi niyetli olacağına, kendi gibi. Öyle olmadığını anladığında ise onlara karşı durabilmeyi öğrenme şansını yıllar önce kaybetmişti. Kaybetmişti hayatta. O artık dönüşü olmayacak bir şekilde iyi bir insandı. Doğru olarak hayatı boyunca içinden gelen bu "iyi ol" sesinin modern zamanda onu sırtından üstelik defalarca vuracağını tahmin edemezdi tabi ki. Ancak olan aynen buydu. Birazdan varacağı ofisindeki insanlar gibi. "Mesela Handan" diye geçirdi içinden. Nice seferler iş arkaşlarıyla, üstleriyle olan ilişkilerini bozmaya çalışmıştı. Müge'nin bir alt pozisyonunda, onun yardımcısı olarak çalışıyordu. Görünüşte hep güleryüzlü, hep dostane bir insandı. Halbuki yaptığı çirkefliklerin arasında Müge'nin ağzından patrona hakaret mektupları yollamayı düşünmek dahi vardı. Ona bile nefret gösteremiyordu Müge. "Bu yanlış" diyordu. İnsanlar birbirinden nefret etmemeliydi. Bu hiçbir şeye çözüm getiremezdi. Böyle düşünmesindendir ki Handan'a, çevresindeki iyi kötü herkese hep aynı, hep çok sevecen olmuştu. Handan'ın şeytan aklıyla kafalamasının farkında olmasına rağmen onun kirasını ödemişti bir sefer. Çünkü ne olursa olsun "şakaya gelmeyecek kadar ciddi" bir şey olduğunu düşünüyordu. "Ben iyi olayım da.." diye bakıyordu, içten içe ağlarken kendine. Bu düşünceler kafasını oyarken ineceği durağa iki durak kaldığını farketti. Ne olurdu o aradaki tek durakta onu bu hayattan ve diğer her şeyden çekip alabilecek biri gelseydi. Bir an için kendini yine o masalda zannetti. Umut dolu gözlerle kapının olduğu tarafa çevirdi kafasını metro durağa doğru yavaşlarken. Ama sadece inenler vardı. Kapıların kapanmasını getirecek anlamsız saniyeler ona yine boş hayaller kurduğunu hatırlatan seneler gibi gelmişti. Morali mahfolmuştu, bitkindi, ümitsizdi, yani işe hazırdı.

O sabah yine her-bir-kese selamını verdi, gülümsemesini bıraktı. Onu kale dahi almayan insanlara bile. "Ne kadar harkulade insanlar var aralarında" diye kendini avutmaya çalışması bile başlayamadı bu sefer. Başkası olsa "patlayacağım!" derdi ama onun bunu, böyle bir şeyi düşünecek dahi gücü yoktu. Ne patlamasıydı, o oydu, ohoo oo ydu. Geçti masasının önündeki kendi kadar yalnız ve boş sandalyeye. Önünde bir takım ona hiçbir şey ifade etmeyen ama işi gereği öyle olması gereken yazılar, birkaç boş plastik bardak, artık görmekten başına ağrılar girdirten bir bilgisayar ve kalemler vardı. Her şey harikaydı, her şey aynıydı. Saatine baktı henüz mesainin başlamasının üzerinden 7 dakika geçmişti. Tam biraz daha moralini bozmaya başladığı anda Handan geldi. "aa müge naber yaa" dedi yılışıkça. "iyiyim handancığım saol sen nasılsın" diye karşılık vermeye zorunlu hissetti kendini, öyle de yaptı. Handan "iyi iyi" diye geçiştirir gibi yaptı arkasından da "gitmeliyim" diyerek gerçekten geçiştirdi. Tam o giderken Kaan'ın geldiğini gördü. "Kaan merhaba" dedi zayıf bir ses tonuyla. Bunu beklemeyen Kaan belli ediyordu ki kendine denk görmediği Müge ile yüzgöz olmaya niyetli değildi. Duymamış gibi yaptı ve yoluna devam etti. "Olsun ya .. yine de .." gibi bir mazaret üretmek istedi Müge. Kendi kendine arkadaş olmak hep sığındığı bir yol olmuştu. Gülümsedi yine sebepsiz, "haklısın" dedi boşluğa. Ona deli gözüyle bile bakacak kimse yoktu. Kimsenin umrunda olmadığını düşündü.

Mesainin bitmesine 1-2 saat kala aklında hala bu vardı. Gerçekten de "biriciğim" dediği annesinden başka onu umursayan kimse yok gibi geliyordu. İşi onu harap etmişti. Girdiği ve çıkmadağı depresif hal onu insanlardan, dostluklardan, ilişkilerden, hayattan uzaklaştırmıştı. Böyle bir ruh haliyle baş edecek direyeti kendine katiyen görmüyordu bile. O artık bir kayıptı kendine göre. Bir zamanlar hayatla dalgasını geçebilen hatta bazen insanları küçük gören kıza ne olmuştu? Bir yerlerde yanlış yola saptığına inanıyordu. Artık onu bulamazdı. Uzun zaman sonra ilk defa hayatta kaybettiği her şeyden kendini sorumlu hissetti. Bu o kadar ağır bir histi ki kafasının içinden sağıredici bir çınlama duydu. Gözlerini yapabildiği kadar kapattı. O an içinden uğruna üzüldüğü her şey geçmiş gibiydi. Elleri kulaklarını kapatır, gözleri yumulmuş bir halde kaskatı iken bir anda çınlama kesildi. Ne olduğunu anlamak için gözlerini açtığında hayal gördüğünü düşünmesi için her şey uygundu. Dört yanında da tatlı bir ilkbahar yüzgarıyla dalgalanan bembeyaz çarşaflar vardı. Hep düşlediği ama asla resmetmediği huzuru hissediyordu. Üzerinde hala iş kıyafetleri vardı. "Düş görüyorum" diye düşündü ama uyanmak da istemiyordu. O kadar güzeldi ki. Sonra gözlerini ilerden gelen silüete doğrulttu. Biri geliyordu. Görüntü yakınlaştıkça gelenin uzun boylu, beyazlar içinde bir erkek olduğunu anladı. Yüzünde içini ısıtan bir gülümseme vardı. Farkına bile varmadan tam karşısına gelmişti. Ona "artık burdayız" dercesine gülümsüyordu. Nazik bir ses tonuyla "Merhaba" dedi..

Müge yaşamında bulunduğu en güzel rüya olduğunu düşündüğü hissiyat içinde karşısındaki bu adama bakakalmıştı. Hayal ettiği bir yakışlıklığı yoktu ama ondan gözlerini alamıyordu. Sanki tanımadığı bu adam sadece bakışları ile ona kuvvet veriyordu. Ne hissettiğinden tam olarak emin değildi zaten önce bilmek için adeta delirdiği bir şey vardı. "Sen kimsin?" diye sordu. Adam kısa bir süre gülümsemesini bozmadan durduktan sonra yine yumuşak bir tonda "insanlar beni bir çok farklı isimle anarlar, ama bence sen bana Deniz diyebilirsin" dedi. Müge aklındaki nerede ve nasıl olduklarını sorularını düşünürken Deniz "gel, şu anda merak edebildiğin her şeyin cevabı yakında" diyerek onun elinden tutup beyazlığın içine çekti. "Nereye" bile diyemeden Müge kendini yemyeşil bir tepenin ortasında çevresinde hayalini kurduğu bütün renklerle, mutlu yüzlerle ve nereden geldiği belli olmayan tatlı bir müzikle başbaşa buldu. Deniz biraz karşısındaki ağaca yaslanmış duruyordu. "Slave to the Wage" dedi. "Eski sayılabilecek bir şarkıdır, senin durumunda mutluluğun resmi içinde çalacak daha ironik bir şey olamazdı ama burda ironi yok seni mutlu eden şeylere yer var yalnızca" dedi. Müge "bunları sen mi yarattın" diye sordu. Deniz "ah, hayır. ben kimsenin hayallerini yaratamam. bunların hepsi senin düşlediklerin ben sana sadece yolu gösterdim" dedi. Müge gülümsedi, artık neyin gerçek neyin hayal olduğunu umursamıyordu, mutluydu. Çevresindeki renklerle sıvanmş insanlara gitti. Bunları o mu hayal etmişti? Bir yanında trombolinde çocuklar gibi zıplayan takım elbiseli insanlar diğer yanında yetişkinler gibi el ele yürüyen iki küçük erkek ve kız vardı. Bir süre tadını çıkardıktan sonra Deniz'in yanına gitti. "Teşekkür ederim" dedi. Deniz o gülümsemesini yine yapıştırarak "ne için teşekkür ediyorsun ki, sana bunları senin yarattığını söylemiştim" dedi. Müge hafif başını öne eğer gibi yaparak "hayır yani, çok güzeldi, onun için teşekkür etmek istedim" dedi. Hayallerinin bile bir süre ile sınırlı olduğuna inanıyordu. Sevinç daha uzun süremezdi ya. Deniz onu omuzlarından tutup gözlerinin içine bakarak "bak, bunun ne zaman başlayıp ne zaman biteceği sana bağlı ama asla yok olmayacak bunu bilmen yeterli" dedi. Müge huzur dolu bir nefes almak için gözlerini kapatmıştı, açtığında ise gördüğü ona tuhaf şekilde bakan 11 kadar insandı. Evet bu gerçekten bir hayaldi ve geri dönmüştü..

İnsanlara bir şey açıklamadan çantasını kapıp ofisin çıkışına doğru hızlıca yürümeye başladı. Ne açıklayabilirdi ki? Onlara "ben düşlerime gittim orda biriyle tanıştım" mı diyecekti yani? Eve varana kadar "deliriyor muyum acaba?" diye korku ve karın ağrısı dolu bir yolculuk geçirdi. O kadar ürkmüştü ki metrodan çıkarken çarptığı adama dönüp bakmadı bile. Normalde en az 10 dakika özür dilerdi. Evinin kapısını açarken elleri titriyordu. "En iyisi bunları düşünmiim" kararını verdi. Her şey gayet normalmiş gibi davrandı. Duş aldı, biraz kitap okudu, yemek hazırlardı sonra televizyonu açtı. Bütün bunlar üç saatini almıştı, hava da kararmıştı. Loş avizelerin aydınlattığı salonunda karşısındaki beyaz camla başbaşaydı. Sıkılması çok sürmedi. Her bakımdan sıradandan yorucu bir gün geçirmişti. Televizyonu kapatıp biraz uzanmaya karar verdi. Gözlerini kapattı.. Açtığında ise gördüğü bu sefer tatlı bir düş değildi. Kapkaranlık bir yerin ortasında tepesinde ufak bir ışık, bir sandalyeye el ve ayaklarını bağlanmış bir haldeydi. Çırpınmalarının fayda etmeyecini anlarken birinin geldiğini gördü. Bu yüzü tanıyordu. Bu Deniz'di. Ama bu sefer beyazlar yerine sert kapkara bir takım elbise ve küt siyah gözlükleri vardı. Yüzünde de şeytanca bir gülümseme. "Tekrar hoşgeldin.." dedi korkutucu derecede sakin bir ses tonuyla..

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

Istanbul'dan Kalan

Son 12 günümü Istanbul'da geçirmiş olmanın mutluluğu ile an itibariyle Antalya'da olmanın yarattığı moralsizliğin ortasında bir yerden yazıyorum. Ayrıca Istanbul'u tatilimi bir turistik geziden çok daha mühim ve çok daha müstesna kılan bazı mevzuların da yaşamakta olduğum ruh haline etkisi malum ve ağırdır. Yazının kısa vadede sonucu olarak Istanbul'a gidip gelmenin maddi manevi maliyeti hatırı sayılır bir miktar para, tam anlamıyla boka sarmış bir hayal, yepyeni farkındalıklar, yepyeni bir kırmızı Akbil, zihinsel rahatlama, duygusal gerilme ve benim maddiyat algıma göre zengin olmuş bir takım alkol şirketleri oldu. Yine de genelde moralimi bozamayacağım kadar harkulade bir yerde olduğum için güzel geçtiğini söyleyebilirim. Geniş bir yazı hazırlamaya da üşendiğim için:

1. Istanbul'a aşığım. Hiç mübalağ yapmıyorum. Eğer hayatımın kalanı bu memlekette geçecekse yegane yaşam alanım ancak orası olabilir. Bu yalnızca Antalya'da 15 yılda yapılan toplam kültür/sanat faaliyetlerine 1.5 haftalık bir sürede şahit olmaktan söylenmiş bir söz değil, aynı zamanda sakin bir hayat özlemini kesinlikle duymayan biri için en mükemmel yerlerden biri olmasından da ileri gelmiş bir görüştür ve sanıyorum stabil kalacaktır. Bu tasviri zor bir hissiyat. Bariz şekilde büyük bir kentte olma duygusu. Elbette bunun maddi yıkıcılığından nasibimi aldım ancak aynı zamanda bunu gayet güzel idare edecek durumda olan insanların hiç de az sayıda olmadığını daha önemlisi hiç de o kadar özellikli insanlar olmadıklarını gördüm. Birden korkunç bir özgüvenle doldum ve halen da etkisi geçmedi. İşte bu yüzden her türlü pisliği ile beni mutlu hatta huzurlu kılan yer, Istanbul, benim yegane seçeneğimdir.

Bu ikinci ziyaretimde her devamı olan ilişkideki aşkın sevgiye dönüşmesine bizzat özne oldum. Elbette ki sonsuza kadar "aa buralar ne kadar güzel" diyemezdim ve geçen sefer böyle tanımladığım yerler için ilk görüş etkisinden sonra geriden kalan "burada olmak her zaman çok güzel" cümlesiydi ki bu benim için huzurun direkt bir dışa vurumudur. Yani -seni ilk gördüğüm anki kadar heycanlanmıyorum ama seninle mutluyum/sensiz olamam- durumu. Ki bundan daha yukarıda daha uzun şekilde bahsedeceğim, umarım.

2. Kimseler bilmez ama çok çok aşırı bir tevekkül ile gitmiştim Istanbul'a. Bir takım hayallerim ve onlara bağlı planlarım vardı. Hepsinin ilk ve en önemli olana bağlantılı şekilde gerçekleşeceğine o kadar emindim ki sonunda olmayınca hiç de önemli olmayan bir mevzuyu "iyi" anlamında abarttığımdan çok daha sert şekilde "kötü" olarak yaşaamdım. Ne olursa olsun yutması cidden zor bir haptı ama sonuçta hapı yutmuştum diye zannettirdim kendimi. Olan "hayatta kendimi en fazla gaza getirdiğim mevzular top 3" üne 2 numaradan kesin bir giriş yapan olayda kendimi cidden aldandırdığımı farketmek oldu. Ne ben o hayale uygundum ne de o bana.. Ancak kabullenmesi zordu her şekilde. Olmadığını değil de olamadığını kafaya taktım. Baya baya bağıra bağıra kendime şunu sordum "ben bir şeye nasıl uygun olamam!?" ... Narsizm ya.. Fena bir şey tabi. Ancak tek sebep bu değildi tabi. Üzülmüştüm sonuçta. Oldurulamamıştı. İnsan bir şey kaybetmediği zaman bile bir şey kazanamadığı için üzülen tek hayvandır nitekim.

3. Büyük, özel ve markalaşmış bir şey düşünün. Mesela Galatasaray Lisesi olsun. Belli bir örnekten yola çıkmayacağım. Zaten Istanbul'dan bunlardan bile çok fazla var. Bu tip bir özel ismin karşılığının fiziksel anlamda yakınında olmak tuhaf ve keyifsiz bir duyguydu. Bir takım "özel" insanların, bir takım özel yerlerde olduğunu çok bilinen bir hiyakedir. Ama bunu bizzat görmek çok başka. Örnekteki gibi GS Lisesi'nin önünde dururken hayal ettiğin şeyin olmadığını ve olamayacağını zorla kabul etmek. Üstelik o an bu hayale ulaşmış insanların bu şansı gayet sıradan gördüklerini bilmek. Sonra mesela bunlardan biriyle konuşmak. Sana "Hep bizim okuldan mezunlar için şımarık derler. Sultanların padişahların okuduğu okula gitmişim be o kadarı da olsun yani.." demesi. Senin çaresizce "tabi abi" diye kabullenmen.. Gerçi asıl demek istediğin hissiyat bu değildi. Daha çok Çırağan Sarayı'nın önünden geçmek gibi. Yıllar yılı kentrilyar kere adını duyduğun yerin baya baya önünde olmak ve bunun Istanbul'lu insanlara son derece normal gelmesi. Büyük şehire duyulan arzu ve ne kadar "tatil başkenti" denirse densin taşranın tekinde yaşadığını bir kez daha anlama. Ve ya İstiklal Caddesi'nde yürürken ropörtaj yapan ulusal kanal çalışanları. Bütük oranda mallama kutusunda görülen yer, kişi ve şeylerin aslında bir halt olmadığını ve hiç de o kadar uzakta bulunmadığını farketmek ve devamındaki zamanlarda aslında hepsinin Istanbul'da, yani hakkikaten uzakta olduğunu hatırlamak.

4. Bu maddeyi Marilyn Manson ve Robert Plant konserlerine davetiyeleri olduğunu konserlerden sonra öğrenen ve "hadi lan bu sefer arcade olsun" deyip GTR2 ve RACE yerine Test Drive: Unlimiten ve CMR: Dirt alan bir öküze ihtaf ediyorum..

5. Giderken uçak gelirken otobüs kullanmış biri olarak söyleyebilirim ki mesafelerin süresel karşılıkları tamamiyle ruh halinin yarattığı algı farkıyla değişiyor. Giderken yolda geçirdim 55 dakika yaşadığım daha doğru yaşayacağıma inandığım heyecanın etkisiyle çok çok çok uzun gelmişti. Halbuki gönüş yolu 12 saatten uzun olmasına rağmen "ulan yol mu kalmış dert olarak.." modunda hiç de uzun gelmedi. Bu da direkt olarak ikinci madde ile ilgilidir.

6. Istanbul'u gezen biri olarak bir sürü "AK NOKTA" ile karşılaştım, hepsini sıkıp patlatmak istedim. Gerçi etraftaki birkaç bin adet mini bayrağın yanında gayet daha anlaşılır kalıyordu. Belki de beni en çok güldüren ama "artık düşünmüyorum bu sefer için" dedirten "Şimdi CHP Zamanı" yazılı 100 ml'lik şampuan tüpü oldu. Bir sktrin gidin lütfen..

7. Çevre bilinci olan ve olmayanları dövmek isteyen biri olarak merakla ve açıkçası umutla beklediğim Live Earth'ün konser olarak süper olduğuna fekat maksat olarak tıraş olduğuna da Istanbul'da şahit oldum. Keşke bir işe yaramış olsaydı, katılan grupların albüm satışlarını katlamak dışında..

8. Giderken "Bohemian Like You"
Sonraları "When You're Gone", "On Every Street", "Ohne Dich", "Happy To Hang Around"
Giderkense "Passive" çalıyordu.

9. ..ve en önemlisi Istanbul'dayken ne olmuş olursa olsun mutluydum burdaysa hiçbir şey olmadı ama her şey kelimenin aynen manasıyla çok bayat..

Güzeldi, çok güzeldi, çok daha güzel olabilirdi, çok çok daha güzel olacak.

Bad Medicine

Informasyon: Bu yazının aslında tek maksadı blogun rezil Internet Explorer ile açıldığında s.çtığı hatırlatmak ve bu vesile ile insanları güzide Firefox'a yönlendirmektir. Yapın zira gerçekten berbat görünüyormuş. Ben de yeni farkettim..

Yarınki asıl geri dönüş yazısından evvel de bir marş basma manası taşımaktadır. Anlayın ki tıraştır ve öylesine yazılmıştır

Lenny Kravitz - Fly Away


Ham (evet keşke o kısaltma olsaydı :P ) olarak girdiğim bir karting turnuvası ve üzerine katedilen 13 saat karayolunun ardından an itibariyle uyku ve fiziksel acı yüklü bir insanım. Yatak bana çok nadiren olduğu kadar çekici geliyor zerre seksüel yön taşımadan hem de. Hani böyle yatak, çarşaf, yastıklar falan aşırı yumuşak gelir ya insana. Aynen öyle uyku diye inleyen bir haldeyim ve bu ruh halini resmetsin diye Arcade Fire falan dinleme hatasında bulunurken aradığım şeyi "Müzük" klasörünün aşağılarda buldum. "Neden, nasıl lan?" sorularını cevapsız bırakacak şekilde bu şarkı bende "her moda uyabilen şarkılar" kategorisindedir. Mesela şu an gayet distortion'lı bir ninni olabiliyor. Ki 90'lar hastalığım malum. Ayrıca bu klip (sansürsüzdür aslanlar gibi!) müzik videolarında cinselliğin ne kadar güzel olduğunu bizim kuşağın rock dinleyen kesimine kafalarımıza kazımak suretiyle göstermiştir.

Informasyon 2: Başlık öylesine aklıma geldi, ciddiyim. Yoksa asıl ne olduğunu bilecek kadar Bon Jovi dinlemişliğim vardır..
top