Pazartesi, Kasım 19, 2007

Se Terminant le Parfait

Yazamıyorum. Olmuyor, olamıyor. Çünkü dibini görmeye çalışıyorum. Bunu bir takıntı haline getiriyorum. Bari bunca şeyden sonra diye bir düşünce kaplıyor içimi. Çünkü biliyorum. Biliyorum ki ne yazarsam yazayım, ne kadar yazarsam yazayım tatmin etmeyecek beni. Bu yüzden de tıkanıyorum. Hala sana karşı bir seviye sorumluluğu hissediyorum. Hala hakkında cümle kurmadan önce ürküyorum. Bu çocuksu bir şey değil, değerle alakalı. Değer vermekle, benimle, seninle değil. Sana sonsuza kadar yazılar yazabileceğimi zannederdim ama gel gör ki şimdi başaramıyorum. Nedir ama yani! Benim sana kolayca yazıp bir solukta sonunu getirdiğim şeylerim de olmuştu. Onların da bazılarında bu tuhaf Fransızca başlıklar vardı. Her biri senin hakkındaydı. Hepsi de birer ağıttı. Biliyorum sonradan aklıma keşke bunu da ekleseydim dediğim çok cümle gelecek. Kolay değil insanın bütün birikimini bir anda kullanması. Hele insanın hayatının en uzun ikinci perdesini anlatması hiç kolay değil.

Senden önce de tesadüf, talihsizlik, günlük fal, milli piyango gibi şeylere inanırdım, ama iyi şans denen şeyin varlığını kabullenmem senden sonra oldu. Ya da ben öyle zannediyordum. Bakma hala düşününce aralarında okyanuslar olan iki insanın bir asosyal vasıtasıyla tanışıp bu noktaya gelebilmiş olmasına muazzam derecede şaşarım. Zaten hep bir tesadüf, tuhaflık ve ironi karmaşası olmuştur sen ve ben olan hikayeler. Eh, kolay değil tabi. Onca ay, onca zaman. İyi kötü anılar oldu. O kadar yaşanmamışlığa bu kadar anı sığdırmak da en başta gelen ironilerdendi. Ama bu hikayedeki en büyük ironi bendim. Kabul edersin biraz olsun aptallığımı gizlemek için böyle diyorum. Benim hep, her şeye rağmen, en başta sana rağmen sabit kalmış olmam ve bütün bunlar olurken senin beni "nasılsa geri gelir" diyerek tekmelemiş olmanı görmezden gelmem ancak bir ironi olabilirdi, en edepli tabirle. Gerçi görmezden gelmek konusunda seninle aşık atabilmeme olanak yok. Kimi kandırdığını sanıyordun ki? Ortada duran en belirgin gerçeği hep yok saydın; sana aşık olduğumu. Olmamalıydı, yaşanmamalıydı ya. Sen hep böyle derdin. Çok da başarılı oyaladın durdun beni. Kah hayatından, kah insanlardan, kah şansından dert yandın bana. Benim nasılsa hep aynı noktada sabit kalacağıma inandın. Bu oldu üstelik. Ben yalnızca kalmadım. Ben olduğum her şeye, fikirlerime, birikimime, felsefi meraklarıma, yani beni şu bahsetmelere doyamadığın diğerlerinden/g.teleklerden ayıran her şeye rağmen kaldım. Çünkü acıyordum haline. Dert yandığın zaman, şikayetçi olduğun zaman. Sana kıyamazdım, yapamıyordum. Güzelim İstanbul'u bile suçlardın kendi noksanlıklarına kılıf olsun diye. Ona bile ses çıkartmazdım. Zaten ilk bu konumlarda koymaya başlamıştı bana olanlar. Beni zaten hiç haz etmediğim bir şey yapıp bir grubun içinde kategorize etmekle kalmıyordun, alenen "sana aşığım" diyen birine "sen tek değilsin" de diyordun. Bunun ne kadar acı verebildiğini hiç düşündün mü? Ya da kendimden defalarca nasıl da iğrendiğimi?! Bana bazı adamları anlatırdın, seni nasıl üzdüklerini. Çok benzer bir sebepten, seni sevdikleri için. Onları bana anlatıp moral bulurken hiç benim ne hale geldiğimi aklına getirdin mi? Böyle b.ktan bir kitle var ben bunun içinde görülüyordum. Ama kabul et ben tektim. Şu .mına koduğumun diğerleriyle olan hikayelerini bile dinledim ben bizzat senin ağzından. Hatta çözüm ürettim, hatta "böyle mutsuz olmandansa biriyle mutlu olmanı tercih ederim" bile dedim. Bir şey çok açık; ben senin bugüne kadar tanıdığın hiç kimseye benzemiyorum! Bunu neredeyse sen de söylüyordun. Hani şu bana "hayatımı kurtardın/iyi ki varsın" dediğin zamanlar. Ah senin ucuz lafların yok mu.. Ama işe yaramadığını söyleyemem. Bunun sen de farkındaydın. Beni kullanıp kullanıp atarken. Oysa ben rasyonel bir adamdım. Gayet de durumun gerçeklerinin farkında olup "evet ikimizin de hayatında birileri olabilir, bunu anlayışla karşılarım" diyordum. Senden tek istediğim vardı oysa, dürüst olman. Sen bunu yapmadın. Üstüne üstük beni bir köşede kısıtlı bir hayat sürmeye mahkum edip kendini özgür bıraktın. Ne zaman oldu ki ben bunun üzerine gidip seni sorguladım o zaman bana yepyeni sıfatlar yapıştırdın. Abartan Deniz, saçmalayan Deniz, öff Deniz.. Gülüyorum ağlanacak halime. Asla "seni seviyorum, lütfen gel" dediğinde bunu kastedip kastetmediğini bilemeyeceğim. Bir daha asla'lı çok fazla cümle kurabilirim şu anda ama yapmama luzum yok. Nasılsa bunu da umursamadan köşeye iteceğini biliyorum. Ancak bana zor gelecek. Kolay değil, ben bir zamanlar senden ibarettim. Fedakarlık göstermekten, gösterdiğim fedakarlıktan asla pişman olmadım. Ben bir ömrü sana adayabilecek durumdaydım, oysa sen hep bana 6 dakikayı çok gördün. Kaldı ki aslında sen de benden ibarettin. Ben defalarca kendimle konuşuyormuş gibi hissettim senin karşında. Çünkü benim kurduğum cümlelerden öteye geçemiyordun. Belki fark etmedin ama üslubun, vurguların, cümlelerin bile aynıydı. Bundan rahatsızlık duyuyordum ben. Çünkü zamanında senin için ettiğim lafları senin sadece benim için ettiğini söylemek yalan olurdu. Hayallerim vardı, seninle dolu olan. Bir sürü şey. Hayatımın olgunluk çağını yaşayacaksam böyle ve seninle yaşayayım diyordum. Bizi gerçek anlamda biz olarak düşünmeyi denedim. Sonra biraz empati yaptım, senin tarafından bakmaya çalıştım, senin baktığın gibi. İşte bu hikayeden ilk iğrendiğim anlardan biriydi o. Hem kendimden, hem de senden. Sen beni diğer yarın olarak görüyor olamazdın, benim seni gelecek bütün yarınlarım olarak görmeme tezat. Ortada sevgiye dair bir şey yoktu. Hep bir boş beklentiydi yalnızca. Bir gün gelecekler sardı her yerimi. İki kişinin birbiri hakkında seksüel düşünce geliştirememesi iyi ihtimalle, ve keşke, çok saf bir aşktan dolayıdır. Oysa bizde düşüncesi bile iğrenç geliyordu. Bu yalnızca bir örnek. Belki geriye baktığında sırf bu yüzden beni sapık olarak da nitelendirirsin. Sonuçta ne yaparsam yapayım senin için hep son 15 dakikadaki halim oldum ben. Ben senin ettiğin her lafı, yaptığın her hareketi zihnime kazırken.

Böyle olsun istemezdim, hala da istemiyorum aslında. Çok sevmeyi isterdim. Yol vermedin, ben neyleyeyim? Bu arada dinlediğim her şarkıyı kendi içimde sana ithaf ettiğimi ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım. Sonuçta müzik en yoğun ilgilendiğim sanat dalı biliyorsun, olsun o kadar da. Ama özellikle paylaştığım bir-iki eseri de p.ç etmen olmadı bence. Hala bir yakışıklık arıyorum ya ben, o da güzel.. Bu da mesela düştüğüm yanılsamalardan biriydi. Yahu inanır mısın ben seni, sanatla, politikayla, ciddi şeylerle, 70'lerin rock müziğiyle, şiirle, vesaire ile ilgilenen biri sanmıştım. Bugüne kadar da hep öyle bir yanın olduğunu ama zamanı olmadığını düşünmüştüm. Kendime s.ktir çeksem abartı olmaz bu mevzuda. Seninle yapabildiğim en derin konuşma, derin biriyle yaptığım en yüzeysel konuşmanın yanında 9 kilo mayonez yiyerek intihar etmeye çalışan bir obez kadar zavallı kalıyor. Hani sıklıkla kullandığım ve aslen burada geçmiş olan bir lafım var; "sen düşün diye var o beyin". Evet gerçekten de sen düşün diye var o. Asıl bana lazımmış o farkındalık. Şu yaşta hala lise 1 aşkları edebiyatından fazlasını yapamayan birini eylemekle harcadım zamanımı. Ama tabi ki konu sen olunca benim zamanımın bir kıymeti yok. Temeldeki hata da bu değil miydi zaten. "Sen anlat ben zaman yaratırım" ve "dehşetengiz şekilde göze hitap ediyorsun" söz öbeklerime sırasıyla "yapman lazım zaten" ve "biliyorum" diyen üstüne de sanki çok hoşa gidecek bir iş yapmış gibi 9 yaşında şımarık bir kız gibi gülen sen değil miydin? Sabrımı gösterdim bugüne kadar. Sana rağmen seni sevdim. Ancak yeter artık! Sen benim gibi kimseyi tanımamış olabilirsin ama ben senin gibi çok fazla sayıda insan gördüm. Aralarından tek gülüp de geçmediğim sendin farklı olarak. Sen, İstiklal Caddesi'nde yavaş adım yürürken konuşmalarına şahit olsam "ne salak bi kız lan" diyeceğim insanken her nasıl olduysa hayatımın merkezi haline geldin. Bu bile mevzu değil aslında biliyor musun? Bana çektirdiklerini düşününce. Artık senin hakkında söylenenlere karşı gelmiyorum. Seni tanıyan benim dışımda herkes bir şekilde senden, bana yaptıkların yüzünden, nefret ediyor. Çok da haklılar. Sonumun şımarık bir çocuk egosunun mastürbasyon malzemesine vardığını düşündükçe daha da çok haklılar diyorum. Böyle düşünmeyi ben tercih ediyor olsaydım keşke. Keşke biraz daha farklı biri olsaydın. Keşke biraz olsun insan olsaydın. Düşünceli gibi olmaya çalıştığın zamanları da biliyorum ben. Belki hayatında tam olarak yer etmemi bekledin ama sana bir sürprizim var; artık çok geç! Bugüne kadar sunmadığın her şey için, söylemediğin bütün sözler için, varsa paylaşmadığın bütün sevgin için artık, çok, fazlasıyla, geç!

Şu noktadan sonra benim tarafımdan yapılıp senin umursamana neden olacağına inandığım tek şeye yöneliyorum. İster inan, ister inanma ben gidiyorum! Uzun, üstelik çok uzun bir zaman bütün umutlarımı, planlarımı, hayallerimi bağladığım bu deli halayından ayrılıyorum. Hiçbir zaman kolay olmadı bunu yapmak. Hala ellerim titriyor diyebilirim. Sonuçta bir anda bu kadar çok şeyi yok etmek çok zor. Ama ne zaman bu konuda zorlanıp, sana karşı tekrar bir şeyler hissedecek gibi olsam kendimi düşünüyorum. Bana yaptıklarını ve ilerde yapacaklarını. Hayır, benim seninle zaman kaybetmek gibi bir lüksüm yok daha fazla. Belki başka bir zaman, başka şartlar altında biraz daha fazla dayanabilirdim. Ama değişen ne olursa olsun sen aynı kalacağın için yalnızca kendimi kandırır olurdum. Aynı şehirde, karşılıklı dairelerde yaşıyor olsaydık bile. Her istediği alınırken bir anda elde edemeyen bir çocuk gibi hisseder misin bu diyeceğim üzerine bilmiyorum ama, evet, sen benim için yeterli olamadın. Senin kendine ait bir seviyen benim olduğu gibi. Sen benim için bir kamburluk nedeniydin, sürekli yerlere bakmak zorunda kaldığımdan. Sen, kendin gibilerle yarı-uyanık bir algı ile yaşamaya devam et. Orada lütfen hep nefret etmeme neden olduğun erkek isimleri olsun. Kesinlikle ben olmadığım sürece dert değil. Mezun oluyorum senden sayılabilir. Bir şey çok açık. Benim bir geleceğim var seninse bir geçmişin. Yüzleşmelisin. Bunu asla yapamayacağımı sanmıştın değil mi? Hiç bana kalkıp da "bunu yapacak kadar alçak olabileceğini düşünmemiştim" ayağı yapma. Burada yüzünü karanlığa saklamasına neden olacak ayıpları olan sensin, ben değilim! Hiçbir suçluluk da duymuyorum. Eğer sen beni düşünmüyorsan, ben kendimi düşünmek zorundayım. İnanmıyorum bunun aksine söylediğin hiçbir şeye! Yeterince zaman geçti. Dediğim gibi senin için artık çok geç. Şayet o kadar istekli olsaydın g.tünün keyfi adına beni terk ettiğin buz gibi caddelerde ben seni hala beklerken bir ses ederdin. Üzgünüm, ben ne p.ç, ne gözlüklü, ne sarı saçlı, ne de paralıyım. Senden epeyce farklıyım yani bu açıdan. Hem noksanlığı da neden dert edesin ki? Nasılsa benim gibi zihnen sömürebileceğin daha çok kimse bulursun. Yanında olduğunu zannettiğin insanların beni unutturması en fazla birkaç gününü alacaktır. Daha sonra tıpkı benimle olduğu gibi tek taraflı fayda sağlamaya devam edersin bir başkasıyla, bir diğeriyle, bir diğeriyle.. Benim sadece mutlu olmaya yetecek kadar olanağım ve kapitalizmden nefret edecek kadar fakir ama sosyalizmin deli saçması olduğunu fark edecek kadar zenginim diyebilmemi sağlayan bir aklım var. Bunlar da bana yeterlidir devam etmem için. Ha, bir de dostlarım var. Biliyorum onlar her zaman olduğu gibi yardımcı olacaklar bana. Bu arada senin yaptıkların yüzünden bürüdüğüm saçma sapan bir ruh hali yüzünden en yakın arkadaşımı kaybettiğimi söylemiş miydim? Eh, kesinlikle s.kine sallamayacağı biliyordum zaten. Her zaman bu kadar tahmin edilebilir olmuştu hallerin. Aklıma gelmişken, egocuğuna söyle biz hepimiz senin neden her fotorafının açılı olduğunu biliyoruz.

Şimdi arkamdan nefret dolu laflar edecek beni çok çirkin şekillerde hatırlayacaksın. Belki ağlarsın bile belli mi olur.. Ama bu, senin için heba ettiğim son günüm olacak. Benim ne kadar iyi biri olduğumu en çok bilenlerden biri olarak böyle şeylere kalkışmak için cidden iyi sebeplerim olduğunun farkındasındır. Denedim, defalarca denedim. Bu mektubu ilk yazışım değil bu. Gidip bizzat ellerine sokup bırakmaktı aslında hayalim ama sanmıyorum buna bile değeceğini. Ben bir süre çok fazla acı çekeceğim. Kabullenemeyeceğim, kendime küfredeceğim ama en nihayetinde arınmış olacağım ve yoluma devam edeceğim. Benim için benim bilmediğim bir şey hazırladıysan da öğrenemeyeceğim için pişmanlık duymuyorum. Ben buradayken yapmadığın şey için üzülemem. Sen sırf beni Türkçe'deki en güzel dişi isimlerinden biri olduğunu düşündüğüm adından soğuttuğun için bile çok kötü bir insansın Eylül. Aslında işin tuhafı şu anda seninle gerçekten bir arkadaş olarak devam edebilirdim. Ancak hayatına uzaktan bakmaya dayanabileceğimi sanmıyorum ve merak ediyorum yıllar sonra bir gün aklıma gelirsen seni nasıl hatırlayacağım. Belki bir gün bir yolda karşılaşırız da sen beni görmezden gelerek intikam aldığını zannedersin. Ben sana karşı kin tutamam. Beni sen mi kötü biri yapacaksın! Bu yüzden bundan sonra tıpkı hayal ettiğin gibi bir hayat yaşamanı diliyorum. Umarım bir gün yaşamda istediklerini elde etmiş o kadın olarak düşlediğin aileye sahip olursun. Ben senin mutluluğuna mani olmayayım. Keşkelenmenin vakti doldu. Umurumda da değil zaten. Seni ne bir hata ne de bir leke olarak etiketliyorum. Senin kendine moral verecek birine benim de kendimi mutlu gibi hissetmeye ihtiyacım vardı. Noktayı koyabildiğime hala inanamıyorum. İnanamıyorum bana başka bir seçenek bırakmadığına.

O yüzden Eylül, en iyisi sen hep böyle olduğun gibi kal, uzakta kal, hoşçakal!..

Perşembe, Kasım 08, 2007

Birey Hali Üzerine Müzikal Masturbasyon

Hayatın süresince on binlerce şarkı işitirsin, bunlardan binlercesi hoşuna gider, bunlardan yüzlercesi hakikaten hoşuna hepsini ezberleyecek hale gelene kadar gider, bunlardan onlarcası diğerlerinden ayrı olur ve üzerinden ne yıllar, insanlar, olaylar geçse bile değerini yitirmez. Şayet müzik yaşamın soundtrack'i ise onlar senin triple-cd koleksyonun olur. İşte o onlarcadan birkaçı senin için özel ve değerli olmanın son raddesine ulaşır. Çok değil en fazla 15 tane falan olurlar. Ancak bunlar gerçekten zihninde en derin izleri bırakanlardır. Belki çok bilinen şarkılar da yer alır bu grup içinde, belki de bir albümden kimselerin hatırlamadığı altıncı şarkı da. Bunlar seni tam olarak tanımlayan, seni en fazla hüzünlendiren, en fazla neşelendiren, en fazla dalyana getiren, en önemlisi de ne olursa olsun sana kendini yalnız hissettirmeyen şarkılardır. Artık o şarkılar sana, yalnızca sana aittir. Evvela şu noktaya kadar daha iyisini bulamadığımdan kullandığım reklamcı üslubundan ve bir takım İngilizce terimlerden ötürü özür dileyerek bu yazıyı "o şarkılardan birine" ithaf ediyorum. Tender.

Epeyce geç hatta bir arkadaşım vasıta ile tanıştığım bir şarkıydı bu. Aslında ben de bu gecikmeye katkı sağlamıştım. MSN Messenger'ı adeta delirmiş bir dosya paylaşım ağı gibi kullandığım zamanlarda ne olduğunu hatırlamadığım bir sebepten edindirilmiştim bu şarkıyı. Sanırım iki ay kadar bir zaman sonra ilk defa dinlediğim sefer olmuştu. Yumuşak, 19. yüzyıl sonlarında geçen Amerikan Batısı filmlerini andıran bir gitar melodisi ile açılıyordu. Halihazırda eski kayıt fetişisti olan benim için etkilenmemek gibi bir opsiyon yoktu. Arkasından gelen melodi ile iyice ısınagelmişken modern müzik dünyasında yaratıcılık anlamında takdir edilesi birkaç adamdan biri olan Damon Albarn'ın o güne kadar (ve halen daha) bir şarkıya verebildiği en güzel vokal performansı başladı. "Tender is the night, lying by your side" derken. İşte o andan şarkının sonuna kadar geçen ilk dinleyişim tek kelime ile özetini çakıyorum büyüleyiciydi. Tender, basitçe "brit-rock şarkısı" denilmesini 445 kere ayıp oldurucak kadar açılımlı ve arzulu bir şarkıydı. Müzik, ritim, sözler ve yarattıkları ahenk beni oturduğum yerden kaldırıp yerden yüzlerce metre yukarıya, ılık bir yaz gecesinde bulutların arasına çıkartıp tarifsiz derecede mutlu ederken aynı zamanda yukarıdan baktığım hayatıma tüm realizmi ile şahit olmama sebep oluyor ve adeta o mesafeden bana k.ç kadar gelen odamdaki duvarlara yılmadan çarpıyordu beni. Tuhaf bir hissiyat yaratıyordu bu müzik bende. Mutlu olmak istiyor ama bunu yapmaya vicdan bulamıyor gibi hissediyordum. Hayatta kaybettiğim ne varsa hepsini bir bir hatırlıyor, her birinde ağlamaklı hallerle kendime ve evde alkol olmamasına küfrediyordum. Yapayalnızlığı en dipten hissettiğim anlardan biriydi o ve ben, yalnızca geçir gidenlere bakakalan bir kaybetmişten beter durumda, bir kabullenmiş durumunda, kalmıştım. Buydu işte müzik diye tanımlanacak şey. Ne hayvani bir teknik, ne de saniyede 22 nota basımı. Bu kendini Pink Floyd ile sarhoş edenlerin gayet iyi bildiği bir şeydi; his. Üstelik belli bir tane de değil. İnsanı mutluluk, keder, pişmanlık ve şükür arasında paramparça eden bir karışıklık. Şarkıda da "Lord I need to find, someone who can heal my mind" diyordu. Zaten bu bana karşılık gelen birkaç cümleden biriydi. Hala inatla söylemek zorunda kaldığım bir isyanı anlatan. Aynı zamanda "Come on, come on, come on, get through it" de diyordu ama ne fayda.

Ama önemli olan bunlar değildi. Ben bu şarkıya karşı önlenemez bir aitlik duygusu taşıyordum. Daha doğrusu bu karşılıklıydı. Tamam belki paramparça ve hüzne yakındım ama yalnız değildim, gerçekten de bu çalan şey yanımdaydı. Tamamiyle bana aitti. Sanki benden başka hiçkimsenin bunlara hissederek bu şarkıyı dinlemesine tahammül edemeyecekmişim gibi geliyordu. Benimdi diyorum ya işte. Tıpkı Money For Nothing, Lithium, Strange Transmissions, Passive, You Get What You Give gibi. Çünkü hayatta karşılaştığım her çeşit b.ktan duruma uyabiliyordu. Bir zamanlar "Lord I need to find, someone who can heal my mind" lafı beni en çok üzendi şimdiyse "tender is my heart for screwing up my life" bunu devraldı. Aslında bunun dev bir ironinın parçası olduğuna dair paranoyalar da kurmuyor da değilim, tıpkı bütün bunlara bir son vermeyi düşünüyor olmam gibi. Her neyse.

Tender harkulade bir şarkıdır. Biraz tezat olacak şekilde aşağıda paylaşmak maksadı ile linkini koydum. Dinleyin, dinletin diye. Bana ait olmayan her durumda istediği rolü istediği kadar "yaffs çok süprr bi şarkı ylldım sana=))" alsın benim için ifade ettikleri herhalde bir ömür aynı kalacaktır.

"Oh my baby, oh my baby, oh why, oh my.."
[MP3] Blur - Tender

Salı, Ekim 09, 2007

Bıkkın Yazı

Bunun da sana yazıldığını biliyorsun. Hem de gayet iyi biliyorsun. Muhtemelen merak ediyorsun devamında senin için neler karaladığımı, hakkında ne dediğimi değil hakkında ne dendiğini. Belki umuyorsun benim yine senin sosyal ortamlarda kendine fayda sağlayabileceğin tasvirler kurduğumu, sadece kendini kendi gözünde daha da yüceltmek için. Mühim değil kimin ettiği lafları, altına attığım saydam imzaların da olmadığı gibi. Söyleyeceklerim var ama sana. Bu sefer her vurgusunu kastettiğimi anlamanı istediğim birkaç bir şey.

Çok yoruldum ben! Kendimi uzun zamandır ayıp olmasın diye atılan sahte gülümsemelerden daha mutlu bir halde hatırlamıyorum. Bıktım dersem olmaz. Bıkmaya hiç fırsatım olmadı daha hırpalanmaktan. Defalarca, daha iki adım gidemeden düşmekten yoruldum ben artık. Sürekli kendimi ayağa kaldırmaya çalışmaktan, aynalarda günden güne mahvolan halime tanık olmaktan, deneyeme korkar olmaktan en çok da sesimi duyurmaya çalışmaktan yoruldum. Kafamda bir ağrı, gözlerimin çevresinde bir acı beni bekliyor uyuyamadığım gecelerden geriye ne kadar kaldıysa. Ben şikayet etmezdim, hatırladın mı? Hiç değilse bu kadarı aklında kalmış olmalı. Benim hala yorgunluğuma inat yorulmuş olmaktan utandığımı biliyor musun? Peki benim artık tutunmaya çalıştığım her şeyden kaçar hale geldiğimi biliyor musun? Seni anlattığım insanlar vardı, dostlarım. Senin yanımda olmaya cesaret bile edemeyeceğin zamanlarda bana destek çıkan birkaç çok iyi insan. Dinlediler nice zaman dilimden dökülen bu masalı. Hiçbir zaman onlara karşı seni savunuyor olmaktan rahatsız olmadım. Hepsi ama hepsi yüzüme bağırır olmuştu dostları Deniz'i bu pürmelalden çıkartmak için. Hiçbirini dinlemedim. Hak vermedim değil bazen ama her şeyden öte benim için ifade ettiğine inandıklarımı kontrol edemiyordum. Ben tanıdığım bütün insanlara karşı savundum seni, bazen kendime karşı bile. Sen benim asla bitkin düşemeyeceğime inanmak istedin. Bu her zaman daha fazla işine geliyordu. Benim zorda kaldığım bir anımda benim için hiçbir şey yapmayacağın gerçeği bile o kadar ağır gelmemeye başlamıştı. Nasılsa sen benim dizginlerimi nasıl da üstü kapalı acımasızca kullanabileceğini gayet iyi biliyordun. Her zaman biliyordun ettiğin bir iki ufak güzel sözün bana nice şiirler yazdırabildiğini, tıpkı bildiğin gibi çıkıp kendini de götürmekle tehdit ettiğinde ne hale geldiğimi. Ah, o dostlarım. Pek çoğuna tanıklık ettiler benim vasıtamla. İnanamadılar, inanmak istemediler. Bunun o tanıdıkları ben olmadığını söylediler, defalarca. Sonra sana küfür etmeye çalıştılar. Karşı çıktım. İyiliğimi isteyen, beni sonuna kadar taşıyacaklarına söz veren insanlara karşı çıktım.

..ve artık kendimi yorgun olduğum kadar yalnız da hissediyorum. Kimseye güvenemez hale geldim. Oysa inanıyordum eskiden bu hayatta tutunabileceğim dallar olduğuna. Her ne olursa olsun bana koşulsuz derman olacak insanların yakınımda olduğuna. Onlara farklı hiçbir şey olmadı ama ben değiştim. Ben çok değiştim. Bazen sinirlerimin artık dayanamayacağını hissettiğim dakikalar geliyor ve o dakikalar geçmiyor. Ufak, nazik bir çağrımı bekleyen insanları kendimden fersah fersah uzaklara atıyorum. Sizin olduğunuzu kabul etmek istiyorum ama korkuyorum diyorum. Şimdi bunun için ilk defa onca kırık düşünceye rağmen başımı kaldırıp seni suçluyorum bu hayatta bugüne kadar en fazla güvendiğim insan. Her zaman başarılıydın beni umursuyormuş gibi görünmekte. Her zaman da beni talep ettiğin şekil olarak elde etmeyi başardın biraz cümle kurarak. Nasılsa ben hep dünlerden razı uyanıyordum. Açıkça kendine göre defalarca iddia edip, üzerine nutuklar çektiğin dostluk hakkında zerre çaba göstermedin. Ben mutluyken çok kolaydı "ne zaman ihtiyacın olursa yanında olacağım" demek değil mi? Sanki işine gelmediğinde "valla beni hiç bağlamaz, böyle hissediyor olmaman lazımdı" diyerek beni kendi dökük benliğimle bırakan sen değil mişsin gibi.. Sonra da devam ediyorsun, beni kontrolün altında tutmak için inanacağıma emin olduğum şeyler söylüyorsun. "İyi ki varsın" diyorsun, "bana olması gerekenleri hatırlattın" diyorsun. Artık bunlara gerek yok. Beni, bu soktuğun delikten içi boşaltılmış kelamlar kurtaramaz. Böyle demem seni şaşırtıyor mu? Ne halde olduğum hakkında en ufak bir fikrin olmadığını zaten biliyorum da hiç değilse artık yalan söyleme. Ben senin için göze aldığım her şeyden sonra senin için yalnızca bir iletimatör olduğumun gayet farkındayım. Ama bunlar bile değil beni kahreden aslında.

Hani dostlarım demiştim ya. Ben onlara yarı-veda tadında laflar ettim. "Ben gidiyorum" dedim ve bir kesin emir bıraktım: "beni s.ktr edin." Kabul etmediler. Beni ne olursa olsun bırakmayacaklarını söylediler. Hüzünlendim, artık bu sözlerin hiçbirine inanamıyordum. Yıllardır yanıbaşımda olan insanların sözleri bile artık sahte geliyordu bana. Ben insanlara olan güvenimi kaybettim tamamiyle. Ah ama tabi ki senin süper yaşantında böyle streslere ne yer olurdu.. Bunu kelimelere dökmek çok ağır benim için. Bana o kadar çok yalan söyledin ki ben artık tanıdığım herkese inanmaya ürker hale geldim. Bir kez daha bu kadar derin bir çöküşü kaldıramayacağım için de gidiyorum. Nereye olduğunu bilmeden bir süre, birkaç gün, birkaç hafta. Yanımda kalsın istiyorum dostlarım, onlara emanet edebilmeyi istiyorum kendimi ama senden sonra kendim denen enkazdan başka kimseye bağlanamıyorum. Bunlar umurunda bile olmayacak hiç boşuna dilini yorma. Sadece yine beni kendime halime bırakıp yeniden senin istediğin ben olmamı bekleyeceksin. Bugüne kadar ne kadar incitirsen incit gidemediğimi biliyorsun çünkü. Fakat bu sefer hiçbir şeye sözüm yok. Sonunu da kestirmiyorum. İfade bile edemiyorum ki kederimi. Senin için üzülünecek bir şey yok ben kendime yanıyorum, dönüştüğüm şeye, beni ne hale geleceğimi hiç umursamadan hunharca kullanmana. Artık bana karşı dürüst olmanı da ne bekliyor ne de istiyorum. Sen bu hayatta birilerine karşı yalansızsan onlardan biri kesinlikle ben değilim. Duymak istersen diye hala; sana güvenmiyorum! Ben sana yardım edebildiğim sürece varım senin için, ne daha az ne daha fazla. Beni geberttiğin için pişmanmış gibi görünmeye çalışma lütfen. Ben sana bittiğimi haykırırken beni nasıl da kendi vicdanını rahatlatmak için kendimle bıraktığını ben biliyorum ve artık inanmak istemesem de, bütün yanımda olmayı dileyen kişilere rağmen şunu diyorum; hayatta en hakiki dostum kendimim. Sen istersen hala 3 sonra karşımda saçma salak bir "Deniz ama sen de neler demişin öyle tiriviri.." tribine yatabileceğin bir hadise anla bütün bunları. Bak sana son bir şey diyeyim, sen beni hayatta tutunmayı öğrenebildiğim her şeyden, bana "iyi ki varsın" derken bunu kasteden insanlardan şüphe eder hale getirdin ya benim daha kaybedebileceğim hiçbir şey yok!

Pazar, Ekim 07, 2007

Pazar Depreşmesi

Aklıma bir zamanlar geliyor. Hala hayatı tam olarak kendimce algılayabildiğim dönemden. Asosyal anlamında değil ama kesinlikle daha kişisel olmayı başarabildiğim aylar. Ben bunlara kısa olması açısından 2003 Ekim, 2004 Şubat gibi isimler veriyorum ve şimdi geriye dönüp bakınca o günler bu akşama kıyasla çok farklı hissettiriyor. Hani insanın kafasında geçmişten bazı önemsiz imajlar kalır ama kalanlardır onlar. Demek istediğim insanın zihninde yer eden mezuniyet, ölüm, korku ya da ilk oral seks gibi önemli anlar değil. Alakasız bir şekilde parkta salıncakla yerçekimine hareket çektiğin bir günü hatırlarsın mesela çocukluğundan. Ya da diğerlerinden pek bir farklı olmayan bir günde diğerlerinden pek bir farkı olmayan bir sokakta diğerlerinden kesinlikle hiçbir farklı olmayan bir şekilde yürümeni. İşte bunun gibilerden biri geliyor sürekli gözlerimin önüne. Geldikçe devrik cümle kuruyorum farkında olarak. 4 yıl öncesi, bir akşam. Büyümenin, yaşlanmanın, olgunlaşmanın, odunlaşmanın, deneyimlenmenin, yorulmanın, öğrenmenin, kirlenmenin.. etkilerini gözleyebilmek adına tarih biliminde ilk defa deney yapan tarihçiyi oynuyorum. Bundan daha iyi bir zaman bulamazdım çünkü o alakasız anı kalıntısı 4 yıl önce Ekim başındaki bir akşamdan kalma. Bir yerde Geleceğe Dönüş filminde 1, 27 "jügowatt" ın elde edilebilmesinin tek şansa bağlı olması, o da o yıldırıma denk gelmek olması, olması da olması gibi. Yine de deneyeyim dedim.

Her şeyi takıntılı şekilde aynılaştırmadım tabi. Çok da ciddi bir sonuç elde etmeyi de ummuyorum zira. Sadece aklıma kalan önemli faktörleri aynılaştırdım. Zaten burada faktör diye çok bir b.kmuş gibi bahsettiğim şey yalnızca çalan müzik. Hala ara sıra "ulan aslında bu hayatımda duyduğum en iyi şarkı olabilir" dediğim Radiohead'in Go To Sleep'i. Yine bir akşam. O zaman başka bir evde ikamet etmekteydik ama ışıklandırma ve bilgisayarın durduğu yerden olayı oldukça benzer oluyor. Asıl ortamda o zamandan farklı olarak ben şu anki halimde varım. Merak ettiğim o zaman hissettiklerimle, müzik çaldıkça belirlenlerle şimdikileri karşılaştırmak. Belli konularda nasıl fikir değişimlerime uğradığım da aynı zamanda. Mesela arkadaşlık, kadınlar, sanat gibi. Müzik çalmaya devam ettikçe moralim bozuluyor aslında. Bunun o zaman daha saf bir insan olmakla bir ilgisi yok ama ben sanırım o zamanki halimi tercih edebilirdim. Burada hal derken kastım ben değil, o zamanki durumum. Bir çok açıdan benzeşse de arada aslında uçurumlar kadar fark var. Misal o zamanlar bekardım yine ve açıkçası pek s.kimde değildi. Birey olmaktan, tek olmaktan mutlu olmanın yanı sıra "zaten karşıma algı ve ilgi olarak benzediğim biri çıkacaktır" diyerek fazla kasma zorluğuna girmiyor ve yer yer bunun faydasını görüyor hatta sonuçlarını alıyordum. Şimdiyse yine bekarım ve ülser olacağıma dair kuvvetli bir inanç taşıyorum. Hala "zaten karşıma çıkıcak.." diyorum ama nasıl ki insan okurken iş bulmayı dert etmez de durumlar g.te dayanınca "ne b.k yiycez lan" diye düşünmeye başlar, bu aynen öyle bir durum. Bildiğim şey şu o zamanki bana şimdi benim bu anti-bekarlık üzerine gösterdiğim çabayı anlatsam herhalde saygı duyar ama bir yandan da g.tüyle gülerdi. Buna sevinsem mi üzülsem mi an itibariyle bilmiyorum. Bir bakıma "basitlik mutluluktur" u bayadır anmadığım için güzel geliyor ama bir bakıma da karmaşıklığın sorunları öyle.. öyle şey ki.. tarifi bile yok o derece. Özellikle zamanla bu ilişki kavramının değişime uğraması çok ilginç şekilde oluyor. Daha ciddileştikte, daha duygusallaşıyor, daha mantıklı hale geldikçe, daha bile deli işi oluyor gibi. İnsanlar değişiyor çünkü. Git gide duygusuzu daha duygusuz, acımasızı daha acımasız, düşüncelisi daha düşünceli, salağı daha salak oluyor. En önemlisi de zihinsel birikim artarken oranı yükseliyor. Söz gelimi o zamanlar da sanat ve ilişkilerle münasbetim vardı. Zamanla sanata ayrılan zaman ve beyin hücreleri artıyor, ilişkiler için de geçerli bu. Ama önceden belki bugün olduğunun 5'te 1'i bir birikim aklın yarısından fazlasını kullanırken şimdi çok daha fazlası akılda daha az oranda yer kaplıyor ilişkiler yüzünden. Zamanla ilişkilerin insan hayatındaki yerinin deri koltuktan 4'lü oturma grubuna dönüştüğü aşikar.

Bu deneyde gözlemlediğim bir diğer değişim de ilgi/fayda dengesi. Vakti zamanında ne fayda sağlayacağı sallanmadan tamamen ilgi üzerine kurulan zaman harcanımı yaş ilerledikçe getirilere göre değişiyor. Önceden zevkine kod yazan insanlar (biz böyle "şeyler" idik gerçekten, Soner diye bir arkadaşım var o hala öyledir) şimdi bu işten ne kadar para kazanabilirize bakıyorlar. Bunda yanlış ya da tuhaf bir şey yok. Yapıyorsa tabi ki kazanmak da isteyecek ancak "biz büyüdük ve kirlendi dünya" gibi neo-arabesk bir yaklaşıma girmek istemesem de o zaman bir şeyin sadece keyif alındığı için yapılıyor olması çok daha masumdu. Milyonlarca memurdur bunun en kesin örneği.

İlgilenilen şeyler de değişiyor. Düzenli olarak PowerFM dinlerdim mesela. O dönem internet bağlatısı denen şeyin bana gelmesinin çok uzak olmasından ve korsan CD satanların pek aradığım şeyleri sunamamasından (ama hala arşivlerimde çok hatırları vardır) radyo-kayıt yapıyordum. Bir kaset kaydetmiştim hala durur. 3 şarkı vardı. Go To Sleep, Robbie Williams'ın Come Undone'ı ve tabi ki Eminem'in Loose Yourself'i. İlgilenilen ve ilgiler dahilinle yaratıcılık olan zamanlardı. Algılanış olarak en fazla değişen ama bir yandan da hiç değişmemesiyle başlı başına bir ironi olan yaratıcılık. Üretkenliği de getiriyordu yanında. Bir alete bakınca onun nasıl daha iyi olabileceğini düşünmek hiç de müstesna bir durum değildi o zamanlar. Tabi zaman içerisinde o da değişime uğradı, bu ülke ne endüstri mühendisleri kaybetmiştir böyle.. O zaman üretmek de bir ilgi alanımdı ama en büyük iki ilgi alanım ralli ve Müebbet Muhabbet'ti. Cenk ve Erdem beylere ilk tapmaya başlayışım da o zamanlara denk gelir. Şanslıydım da bu açıdan çünkü (zaman olarak biraz daha geriye gidince) Müebbet Muhabbet'in en güzel dönemi olan Hot TV/NTV Radyo zamanlarına denk geliyordu. Gerçi hala Cenk Durmazel ve Erdem Uygan osursa dinlerim ama tabi o zamanki fanatizmle arada farklar yok değil. O dönemden aklımda kalan ve daha önemlisi bugüne kalan şeylerden en önemlilerinden biri bir kişi, Pelin diye bir arkadaşım. Aynı zamanda internet sayesinde kazandığım ilk dostumdu. Hala Yahoo'nun M.M. mail grubunda mesajlaştığımız zamanlar gelir hatırıma. Şimdi ona ve bana bakıyorum da, hakikaten hayatın güzellikleri derinleşirken dertleri de iğrençleşiyor. Öyle her bakımdan çekilmez olmuyor ama bazen "böyle dikeni varsa affedersin s.çarım ben o güle" denecek noktalara da geliniyor. Henüz "s.kerim böyle aşkın ızdırabını" demişliğim yoktur çok şükür ama oraya gelir kesin bir gün.

Belli bir zaman olarak o akşam değil ama o aralar futürsuzca hayal kurduğumu hatırlıyorum. Genellikle Kuzey Amerika'da yaşamak üzerine hayallerdi her TV çocuğu gibi. O zamanlar olabileceğine inanıyordum, hala inanıyorum ama o kadar değil. "Kalıc bursu kazanıcam ben gidicem bu ülkeden" demek kolaydı. Sonra birileri gelip "önce bir şu g.tü s.kert hele, bak bu ÖSS" dedi. Sonradan sonraya Kuzey Amerika'da yaşamanın köpek gibi çalışmak olduğu öğrenildi ama Türkiye'de de kendi içinde global bir mahalle baskısı yükseliyordu. Mütemadiyen iki ucu boklu değnekti. İşte o zamanlar henüz diğer ucu görünmediğinden kolaydı hayal kurmak. Farklı olarak en önemlisi ise az ya da çok topluma aitlik duygusu başladı. Birden her şeye rağmen bakkala gidip "sonra halleşsek, eyvallah" diyebilmek çok güzel geldi.

4 yıl önce akşam Go To Sleep çalarken ufak bir dünyam vardı. Sonra gerçek dünyam genişledi ama hayal dünyam k.ç kadar kalmaya yüz tuttu. O zaman hayattaki idealim dediğim "tüm zamanların en iyi blues albümünü kaydetmek" ya da "WRC'de yarışmak" idi şimdi salakça gelse de. Onun yerini şimdi kariyer planları aldı. O zaman kadınlar kısmen basitti ve 3 faktörden oluşuyordu, kişisel ego falan da yoktu. Şimdi kadınların Oscar Wilde'ın söylediği gibi "anlaşılmak için değil sevilmek içindirler" olduğu ortaya çıktı ve çok daha karmaşık oldukları ve insana kendini güçsüz, özelliksiz ve basit zannetirme güçlerinin olduğu ve narsizmin kendilerine işlemediği. Bilemiyorum. Pek toparlayamadım. Pek bir şey anlatamadım ki toparlayabileyim zaten. O zamanları özlüyor muyum? Bazen. Şimdiye tercih eder miydim? Pelin'e sordum. "Çok şeker zamanlardı :))" dedi. Bir kere o zamanlar henüz duyduğum bir şarkı bende yıllar sürecek bir hayranlık bırakabiliyordu, şimdi hayranlık bıraksın diye yıllar geçiyor.

[MP3] Radiohead - Go To Sleep

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Echoes, Silence, Patience & Grace

Daha önce bu yazıda ilk single'ı müjdelenen, 2007 yılının en iyi rock albümü iki yılı aşkın süren bekleyişten sonra piyasaya çıktı. Foo Fighters bende hem bir hayal kırıklığına hem de tam tersine sebebiyet verdi bu albümde. Öncelikle ben de bugünün rock müziğinin en büyük grubunun Foo Fighters olduğunu düşünen kitlenin bu şekilde düşünen bir bireyi olarak grubun her albümde katlarca yükselttiği seviyenin bu albümü bir klasik kılacağını düşünmüştüm. Zira bundan önceki, çift disklik Foo Fighters albüm In Your Honour gerçekten "çok iyi" bir albümdü ve grubun saf bir rock sounduyla ne kadar sağlam şekilde oynayabileceğini gösteriyordu. Echoes Silence Patience & Grace'ın bir Led Zeppelin IV ve ya Machine Head olmadığı ortada olmasına rağmen bu kesinlikle albüm kötü demek değil, hatta In Your Honour'dan daha iyi çoğu şarkıda. Fakat bu albüm, dediğim gibi, beklenen kadar daha iyi değil. Yine grubun bugüne kadar ortaya çıkarttığı en iyi albüm olduğu ortada.

Aslen bir death-metal hastası olduğu bilinen Dave Grohl'ün bu albümde diğer albümlere göre çok daha sert şeyler deneyeceği de beklentiler arasındaydı. Zaten Grohl'ün kendisi de "bu albüm sizi yerinizden uçuracak" şeklinde açıklamalar yapıyordu. Ancak baba olmanın ve çıktıkların son turnenin akustik olması sebeptir ki bu albüm ağırlıklı olarak slow ve akustik başlayan şarkıların çatır çatır hard rock'la bitişlerinden oluşuyor. Tamamiyle akustik olan şarkılar da yok değil. Açık ara farkla albümün en iyi şarkısı olan Stranger Things Have Happened ve Dave Grohl'ün "9 yaşımdan beri böyle bir şarkı yazmayı hayal ediyordum, o kadar güzel oldu ki dinlemeye bile kıyamıyorum" dediği Home gibi. Aynı şekilde baştan sona sert olan The Pretender, Long Run to Ruin (bu ayrıca ikinci single olacak), Cheer Up Boys gibi şarkılar da mevcut. Albümün sound olarak özetini ise kanımca albümün en iyi ikinci şarkısı olan Let It Die çıkartıyor.

Albümde grubun etkileşimlerinin çoğunlukla kendilerinden olduğu söylenebilir. Daha önce denenmiş pek çok Foo Fighters soundunun yenilenmesi ve ilerletilmesi albüm boyunca hissediliyor. Bu sefer grup grunge köklerine de dönerek harkulade bir akustik/hard rock albümüne imza atmış. En önemlisi de albümün 54 dakika 53 saniye boyunca asla sıkmıyor oluşu. Zaten 2007'nin en iyi rock albümü derken bu kadar emin olmamın sebebi de budur. Kim Puddle of Mudd ve Lynyrd Skynyrd'ı aynı anda dinlemek istemez ki? Bu albüm hayal kırıkları ve tatminlerle dolu olsa da taş gibi bir albüm olduğunu kabul etmek gerek. Ancak ilk defa bir Foo Fighters albümünde -en güzel değil ama- en sağlam sert şarkı albümün ilk single'ı oldu.
[Albüm] Foo Fighters - Echoes Silence Patience & Grace*

*: Torrent.

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Ayıp Olmaz Mı?

Bir çift gördüm. Çift oldukları o kadar belliydi ki. Sarılmalarından anladım. Yok yok asıl bakışmalarından anladım. Ben de aynen öyle bakardım. Önlerine değil birbirlerine bakarak gidiyorlardı. Tüm ihtiyaç duydukları da buydu aslında ilerlemek için. Bazen de çevrelerine bakıyorlardı. En etkileyici olanı da oydu ya. İki ayrı çiftten göz aslında aynı şeyi görüyordu. Çiftken bir/tek oluyorlardı. Mütemadiyen sarılıyorlardı ya, mühim olan oydu sadece. Sevindim başta. Benden yaşlarıca ufak oldukları belliydi. Kendimi birden "abi" sandım. İçimden bir "helal be koçum" diye geçirdim. Kendimi gördüğümü sanmak işime gelmişti o oğlanda. O caddede, onun yaşında bir çiftin yarısı olarak yürüdüğüm günler artık aylar mı olmuştu cidden? Her neyse ne diye geçiştirdim. Takdir ediyordum bu sevgiyi yoktan var ettikleri. O an tam manasıyla duygusal ev kedisi rolünü oynuyordum. Ama onların gülümsemeleri de o kadar ikonikti ki. Yeni nesil de bizim gibiydi. Sanki varmış gibi davrandığım abi sanrısını devam ettirdim. "İlerde görürüm ben seni.." dedim. Aslında "sakın bana benzeme" demek istiyordum ama kendime yediremiyordum. Halbuki orada o ikisini bir köşeye çekip "bakın ulan ben hayatım boyunca hep seven, sayan, değer veren, karşılık bekleme işini zorlamayan bir herif oldum. bir boka yaramaz bunlar. ben artık kötü biri olamam bu saatten sonra, siz şimdi fırsatınız varken piç olun, göt olun, kaşar olun.. ne olursanız olun iyi olmayın" diye bağırmam gerekirdi. Kitap doğruları para etmiyordu ki be koçum. Pratikte boku yemek de pek fenaydı deneyimini defalarca ettiğim üzere. Tam böyle düşündüğüm için suçluluk duyacaktım ki yanımdan geçip gittiler. Birkaç saniye arkalarından baktım. O an aklıma sen geldin. "Ben onu çok özledim ya.." diye ağlar bir replik tam oluyordu ki benimle birlikte bir teyzenin de bu gençlere baktığına gözüm ilişti. Resmen gözleriyle meydan dayağı çekiyordu teyze. Herhalde içinde "vay terbiyesizler" diyordu. İnsan hep rasyonel sebeplerden yaşadığı toplumun sağ kanadından tiksinecek değil ya! Kapkara kapılar, sormuşlar onlara tabi. Ayıp olmaz mı koç? Bu işler o kadar kolay mı kızceğiz? Sanki ilişkilerin çağrıştırdıkları yeterince renksiz değilmiş bir de bu sosyal baskı öğeleri geldi aklıma. Gerçi iç sebepler arasında çok değersiz kalıyorlardı. Kendime küfretmemek adına "bekarlık sultanlıktır" demedim. Ben yine yoluma devam ettim ama aklım o sahnede kaldı. Bir yandan onlar için mutlu olurken bir yandan da kendim için üzülüyordum. Bir ara birbirlerine çektirdiklerini varsayıp kızasım bile geldi. Bu devirde diye arkasında sakladığım benim halimde ben varken hangi hakla hem sevgiye sahip olup hem onu boşa harcayabiliyorlarmıştı.. Asıl kendime kızdım ben, toplamda 2 dakika kadar gördüğüm birilerinin hayatlarını yaşamak zorunda kalacak kadar umutsuz hallerde olduğum için. Sonuçta bana neydi ki! Değil mi ama? Benim de bir hikayem vardı aslında. Bu kadar yaşanmamışlıklarla dolu olmasaydı Metallica'nın Fade to Black'inde geçen "emptyness is filling me" lafı manidar gelmezdi bana. Ben gene çok evvelden vazgeçmiştim aslında. Yine o gençleri düşündüm. Ne güzel işte birbirlerine aitlerdi. Birbirlerini üzseler de seviyorlardı. Neden şimdi bu mutluluk dolu tabloya bir üçüncü kişi girip de kendine yer etmeye çalışacaktı ki? Bu sorunun cevabını bilmesi gereken bendim. Benim verebildiğim bir cevap değil düpedüz güçsüzlük gösterisiydi. "Deniz, sen bu hayatta ne yaparsan yap asla o'nun için "o" olamayacağını biliyorsun.. ...zira sen "o" nun gibi bir nokta, bir ç ve bir nokta daha alacak kadar iğrenç biri değilsin, şimdi kendine gel!" Hayat o kadar zor mu? Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara? Aynen öyle! Benim evvela kendime iyi biri olmamayı öğretmem lazımdı. Yapamadım. Sanki o caddede üzerine düşünülecek başka insanlar yok muydu? Vardı tabi. Bazıları beni olduğumdan iyi hissettirdi, bazıları daha bile kötü. Ben yine tek olmayı kavramaya çalışıyordum. Sanki "seninle" diye bir şey hiç olmuş gibi. Neyse dedim, ne ise artık! Geçti gitti aklımdan bir şeyler yine. Bunları duymanı, görmeni istedim ama sonra yaşadığım her şeyi bilmeni istediğimi hatırladım. Yine vazgeçtim, bu sefer büyük vazgeçtim.


Sonra bir vitrin yansıması kadar duygusuz bir durumda kendimi gördüm. Hakkında hissedilecek bir şey bile bulamadım, en çok da o koydu bana galiba.

[MP3] Mor ve Ötesi - Ayıp Olmaz Mı?

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Kocaman Kabus

Yine bir yere benim tembelliği meslek edinmiş bünyemden daha önce ulaşmış olması şaşırtmamıştı beni. Gerçi o böyle şeylere takılmazdı. Denizin kenarında saçları yüzgarda uçuşurken her seferinde beni hayran bırakan gülümsemesi ve arkasındaki İstanbul boğazı ile bir Ara Güler fotoğrafı kadar güzel ve keskin bir güzellik oluşturuyordu. Yüzündeki bu ifade hemcinslerinin pek çoğunun bir türlü vazgeçemediği şeyin tam tersini temsil ediyordu. O "nerede kaldın!" demiyordu, "iyi ki geldin" diyordu. Ondan beklenmesi gereken de buydu. Çünkü o, anı yaşamak denen şeyin anlamını herkesten daha iyi biliyordu. Bunu yaparken tüm dünyadan, tüm dünya yüzünden ürkek olurken bile. Bense gözlerindeki ifadeye inanamıyordum, hala, bunca zaman sonra bile. Ama o gerçekti, orada dimdik dururken o gerçekti. Yolun karşısına geçerken her yıl trafik kazalarında ölen birkaç bin kişiyi unutmuş gibi yaparak ne önce sağa ne sonra sola ne de sonra tekrar sağa bakıp doğrudan onun gözlerine kitlenip yürüdüm. Yaklaştığım şey yalnızca iyi bir dost değil, gerçek bir abideydi. "Nasılsın Deniz'ciğim" dedi. Bir an yine gülümsedim. "İyidir, sen nasılsın?" diye çok sıradan bir karşılık verdim. O ne yapsın, işlerinin yoğunluğundan, yer yer İstanbul'dan bıkışından bahsetti. Sanki önceden sözleşmiş gibi saatlercelik konuşma konumuz varken o an sağır bir konuşma yürütüyorduk. Belli ki ne kadar güzel olursa olsun boğazdan daha kapalı ve daha sakin bir yere ihtiyacımız vardı ve onu düşününce bu istirhama katılmama olanak yoktu. Haydi gidelim o zamanlar faslı geçerken "peki sen İstanbul'a alışabildin mi?" diye sordu. Ben de ancak "eh diyelim eh olsun" diyebildim. Gerçi onun yanındayken moralsiz olmayı pek de hak etmediğimi düşünüyordum. Bir an durup "ya Sedef.." dedim. Her zamanki iyimserliği ile "ne oldu Deniz'ciğim?" diye sordu. Ben de aslında "hiçbir şey, boşver" demeye gayet hazırken bari ufak bir doğaçlama yapayım dedim ve "istersen bize gidelim hem film falan izleriz" diye bitirdim.

Film falan izlemek istemiyordum tabi ki de Sedef'le konuşma fırsatım varken. Mecidiyeköy yolları İstanbul trafiğinde kısaldıkça uzalırken ona baktığım her anda kendime "ben olsam ne halde olurdum acaba?" diye sormadan edemedim. İnanamıyordum ki durabileyim. Yine de bir yandan hala içinde hapsettiği korkusunun hala hayatta olduğunu hissediyor, hissettikçe ben de üzülüyordum. Bu konuyu tıpkı her zaman olduğu gibi açmayacaktım. Zaten her şey maalesef olup şükür ki bittiğinde geride hatırlanması gereken ne yaşandığı değil bundan sonra onun yaşayabilmiş olmasıydı. Bu düşünceler kafamda ekolar halinde gidip gelirken Sedef'in "daldın gittin gene olm" uyarısı ile kendime geldim. Yine gülümsedim nedensizmiş gibi. Havadan sudan konuşmayı mı gereksiz görüyorduk yoksa bu yine benim konuşabilme kıtlığına düşüp asosyal alt-benliğimi yeşerttiğim anlar biri miydi hatırlamıyorum. Ama söyleyecek işe yarar bir söz gelmedi aklıma ben de susmayı tercih ettim. Bunu öğrenmem uzun zaman bile almıştı. Yaklaşık dakika sonra da durağa vardık zaten. Durup dururken Türkiye'nin Doğan SLX kullanan insanına küfür edesim yoktu ama daly.rrak herif baya baya üzerimize sürmüştü skindirik bir yeşil ışığa yetişeceğim diye. "Yavaş lan hayvan!" diye bağırdım. İlerde kırmızı ışığa yakalandığında tam "hah s.çtık" diyordum ki Sedef benden çok daha fazla irkilmiş bir halde "lütfen gidelim Deniz" dedi koluma sıkıca sarılarak. O an ambalaj bir erkekliğe girmek için en uygunsuz pozisyondu zaten. Üstelik yanımda yüreği ağzına gelen ve bunun olmasına engel olamadığı için kendini suçlayan bir kız vardı.

Evin dış kapısından girdiğimizde kapalı alan hissiyatı ikimizi de rahatlatmıştı. Ama asansörle çıkmamız gerekiyordu, üstelik çok talihsiz bir şekilde 8. kata.. Kafasını dağıtmak için bu kısa, dikey yolculuk boyunca laftan laf türetmeyi planlamıştım ama gerginliğinden ağzımı açmaya dahi cesaret edemedim. Sanki "hadi artık bitsin, hadi!!" diye bağırmak istiyordu. Sanki benim de içim parçalanıyordu buna şahit oldukça. Kata vardığımızda çektiği ohh'un sesi duyulacak kadar yüksekti. Belki de bu yüzden eve girene kadar benimle göz göze gelmemeye çalıştı. Hala her an "bir şey yok" denmesine luzüm bırakan olayı hiç yaşamamış olmayı dilediği her halinden belliydi. Eve girdiğimizde Janis hemen Sedef'in ayakları arasına kıvrıldı. Kendi kedimin birini benden daha çok sevmesini dert edecek değildim zaten bütün uğraşım Sedef biraz olsun huzurlu olsun diyeydi. İçeriye geçtik, biraz beyaz şarap koyduk. Film izleme işinin olmayacağı zaten belliydi. Biz birer filmdik başlarımız başlarımıza. Birbirine yaşana gelen masallar anlatacağı olan iki arkadaşın dialoğundan daha mühim bir şey yoktu o anda. Hakikaten de laf lafı açtı. O anlattıkça ben dinledim, ben anlattıkça o dinledi. O anlattıkça ben sevindim, ben anlattıkça o sevindi. Zira hayatlarımız dışarıdan bakılınca gayet güzel duruyordu. Bir anda, geçen 3,5 saat ve yaklaşık 2 şişe şaraptan sonra durduk. Gözleri karşılıklı oturduğumuz kanepenin kıvrım noktasına doğru olmayan bir paralele kitlenmişti. Gözlerini kırpmıyordu bile. "İyi misin Sedef" diye endişelendim. Derin nefesler alırken gözleri doldu. Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açarken ağlamaya başladı. Hiçbir başka harekette bulunmadan yalnızca titreyerek ağlıyordu. "Sedef nolur bişey söyle.." diye yalvardım. "Dayanamıyorum bazen Deniz!" dedi nazik bir sesle haykırırcasına. "Asla eskisi gibi olamayacağımı biliyorum, abarttığımı da biliyorum. Hiç olmamış gibi devam etmek istiyorum, ediyorum da. Ama işte bazen.. bazen hatırlıyorum ve dayanamıyorum" dedi. O bunları söylerken benim de gözlerim dolmuştu. Onun karşısında onun için güçlü görünmeliydim ama Sedef'i böyle görmek beni de enkaza çevirmişti. Nasıl hak vermeyebilirdim ki ona? Dedikleri içimden bir zımpara gibi geçerek doğruydu. Neden olmuştu ki bu? Üstelik ona, üstelik daha 15 yaşındayken. Hikayeyi her hatırladığımda zaten arka arkaya 3 yumruk yemiş gibi oluyordum bir de üzerine bu hikayenin yegane kurbanı önümde paramparça oluyordu savunmasızca. Bundan koskoca olması gereken ama beton kadar ağır olmasına rağmen bir tek gecelik gibi geçen 5 seneden sonra hala yarası içinde duruyordu. Suçu neydi ki? Neden sıradan bir gün sandığı o gün okulundan evine geldiğinde o orospu çocuğu ile aynı anda asansöre binecek kadar talihsizdi? Neden o orospu çocuğu 4. katta asansörü durdurup telefonunu vermesi için onu zorlamıştı? Neden zavallı Sedef iyi niyetli olup "peki sadece sim kartı aliyim kimseye söyleyemeceğim" demişti? Neden o orospu çocuğu "kimi kandırıyosun lan sen" diyip 2 kere boğazından jiletlemişti Sedef'i.. "Neden ulan neden?!" diye bağırdım. Yazık, Sedef hala "üzülme Deniz" diye beni neşelendirmeye çalışıyordu ikimizden de akan yaşlara inat. "Nasıl üzülmiyim Sedef ya.. neler yaşadığını tahmin dahi etmek istemiyorum.." dedim hıçkırıklarımdan arka kalan boşluklarda kopuk kopuk. "Bak biz her zaman yanındaydık, her zaman da olucaz" dedim. Ellerini boynundaki 12 dikişin fiziksel olarak yok olmaya yüz tutmuş ama acısı her daim kalıcı olan izlerine götürüp "tamam da Deniz.. ben kendimi bulamıyorum bazen aradığımda" dediğinde boğazıma çöken tarif edilemez bir nefessizlikti. Kim bilir neler yaşamıştı? Kim bilir nasıl da hepimize "ben iyiyim" derken markete gitmeye bile korkar bir haldeyim. Bütün bu travmayla nasıl başa çıkabilmişti kendi başına? Nice pahabiçilemez hayatların üç kuruşlar için yok edilişine alışkındık da bunlar üçüncü sayfalarda olurdu hep. Bütün bunlara sebep olan orospu çocuğunun bir daha bir başkasına hatta ona bir şey yapmayacağını ne garantilerdi ki? Peki ya o Doğan SLX kullanan herifin onun ruh eşi olmadığını? Ya da böyle bir şey yaşamış birinden dışarıda hayat denilen şeyin geçtiği yer olan sokaklarda böylelerinden binlerce olduğu gerçeğinin üstesinden gelmesi nasıl beklenirdi? Aklım bir insanın, hele ki 15 yaşında, böyle bir şeyle cebelleşirken neler çektiğini anlamakta her zaman güçlük çekmişti. Kim bilir bunları yaşamak nasıldı? "Deniz özür dilerim kendimi kaybettim" bir an demeye çalıştı. Hemen sözünü kesmeden tam bitirdiği anda "ne özür Sedef.. ya bak.. ne diyebilirim ki.. ben senin gülümsediğin her ana hayran kalıyorum. bütün bunlardan sonra tekrar ayaklarının üzerine çıkman olağanüstü bişey.. ben olsam çoktan kendimi bir yerlere kapatmış olurdum. ama sen.. senden başka hiç kimsenin bu kadar güçlü olabileceğini sanmıyorum hiç değilse benim öyle bir tanıdığım yok.." dedim. Gözyaşlarını silerken "iyi ki varsın ya Deniz" diyordu ki "şimdi s.ktr et sen beni" dedim. Gülmeye başladık anlamsızca karşılıklı. "Sedef sen dünyadaki en güçlü insan değilsen ben de gider İstiklal Caddesi'nde klişe siyah-beyaz fotoğraflar çeken biri olurum" dedim. Bu ortak hayranlığımıza giren Umut Sarıkaya realizmi ortamı iyice dinginleştirmişti. Zaten kalanı da saç okşanmasının cinsiyetler üstü bir şekilde en büyün meditasyon olduğunun 2 saatlik bir kanıtıydı.

Onu uğurlarken aşağı gelmek konusunda ısrar ettim. O yine öğleden sonraki gülümsemesini giyerek "benim sana daha ihtiyacım olacak sen şimdi yorma kendini" dedi, üstelik sonunu "..hele ki böyle gerekmeyen şeyler için." diye getirdi. Veda sarılması yaparken gözyaşlarımız hala belirgindi. Benim endişem geçmemişti ama o yine her zaman beni şaşırtan dirayetli duruşunu sahiplendi ve asansöre yöneldi. Giderken de bana daha fazla endişe etmememi söyleyerek. Ben yine de camdan gözledim onu. Sağ sağlim otobüse binip binmediğine baktım. Sedef herkesten güçlü çıkmaya devam ediyordu hala. "Utanın lan hemcinsleri" diye bir laf geçti içimden ve bununla paralel trajik bir gülüşe imza attım. Onun hemcinslerinin alayı bir Sedef edemezdi asla.

Cumartesi, Eylül 15, 2007

S01E20.avi

Günler yavaş geçiyor, gecelerse bir o kadar hızlı. Bunlardan şikayet edecek halim kalmayana dek acı duyduğumda zamanın katiyen ne yavaş ne hızlı olarak geçmemesi gerçeği tarafından bıktırılmış olmaksa hem en mecazi görünen hem de en gerçekçi olan şey. Bunun arkasında bir çok sebep bir tane de kadın var. Daha doğrusu olsun; içinde pek çok sebebin, o kadının, benim bulunduğum ve her bakımdan benim üzerime gelen bir hikaye. Ben kısa ve akılda kalıcı olması açısından buna "hayatım" diyorum. Hayatım diye nazik olmam yanlış anlaşılmasın. Biz pek sevmeyiz birbirimizi ama evlilik böyle içinden çıkılmaz/dışına kaçılmaz bir şey maalesef. Ve bunun gibi bazenlerde onunla tek başıma kalmak zorunda kalıyorum. Çevreme koyabildiğim herkesin yokluğunda. Arada sırada 2Pac'in Me Against The Worldsözleri bilinmeyen ama isminden dolayı durumla alakalı sanılar şarkılar listeme giriyor. Ancak pek bir fayda dokundurduğunu söylemek yalan olur. İnsanları suçlamıyorum bunun için. Yine de bazen bu enteresan ihtiyaca cevap verememek zor geliyor. Dünya'nın 4. en hayvanca MSN Messenger kullanan toplumunun bir bireyi olarak çok alışılagelmemiş bir yalnızlık hissi yaşanıyor. Arkadaşım ve dostum diyebileceğin herkesin belli bir saatten sonra Offline olduklarını görüyorsun. Bunda yanlış bir şey yok. Arada elbette ki "lütfen gitme" desen belki de seni sabaha kadar bekleyecek kadar iyi insanlar da var. Ama insan bunu kendisinin talep etmesini istemiyor. Talep etmeyi istemediği gibi bir noktadan sonra bu insanın bir kanka olmasını da istemiyor dürüst olmak gerekirse. Seni hiç talep etmesen bile bekleyecek kimdir? Hep "o" diye sıfatlanan kişidir en sonunda. İşte diğer herkesin en çok da onun yokluğunda, saat 04:00'ü henüz geçmişken sen ve kendi hayatın baş başa kalıyorsunuz. Bu hiçbir zaman güzel bir uykuyla bitmemiştir. Özellikle onun gayet güzel uyuduğunu ve bütün duygularını ipotek ettiğin gerçeğini umursamamasını biliyorken. İşte o zaman tekil olmanın ne demek olduğunu anlıyorsun. Bu arada belki de kızıyorsun bana sen sürekli kullandığım "insan" zamiri ile birlikte kişisel felaketlerimi sürekli üzerinize yıkıyorum diye. Anlayış göster lütfen. Ben bugüne kadar hep o güzel MSN Messenger 7.5'i kullanıyordum. Ta ki g.tolog Microsoft "Please install the newer version" diyene kadar. Sanki sana da lafı taşıyacak yer bulamayınca böyle saçma bir cümle kurmuşum gibi geliyor mu? Her neyse. Bu arada bugün aşağıdaki şeyi yazmaya çalışıp yarım bırakmışım. Bir tam haftadır bir b.k yazamamış biri olarak boşa gitsin istemedim, hem konuyla da ilgili..

Benim bugün bir şeyler yapmam lazımdı. Bir şeyler ki ne olduğu katiyen fark etmeyecek. O derece rezil bir halde olduğumu bile bir yana koyup bir şeyler yapmalıydım. Aklımı dağıtmak için değildi bu sefer, tam tersiydi. Bir araya getirmek, anlamlı bir şey ortaya çıkartmaktı bana gereken. Kendimi işe yarar hissedebilmekti hepsinden çok. Belki de kıyaslama değil sadece buydu. Sonuçta kendimi bir mecraya kaptırıp kendimden bağımsız sürüklenmeyi bahane etme arayışı bile değildi. Zaten fazla yorgundum. Biraz olsun bunun için de suçluluk duyuyordum. Kendimi düşünmekten yorulmuş biri olarak görmek bana acı verdi. En son ihtiyacım olan kendim tarafımdan biraz daha eziyete uğramaktı ama başka bir şey yapacak gibi de durmuyordum. Sanırım en yakın kaçış olarak "moralim bozuktu" ama bundan da bıkmıştım artık. Yine de bunu mantıklı bir şeye çeviremedim. Sokakta yürüyordum en ilk akla geleni olarak. Vitrinlerden haz etmediğim zamanlardandı. Hayatımın büyük çoğunluğunda üzerime giymek zorunda kaldığım şeyi gösteriyorlardı çünkü. "Potansiyeli var ama kullanmıyor anacım" etiketiydi o da. Cidden bu yarı-aynamsı şeyde kendimi gördüğümde ben değil yarım kalmış sıfatlarım vardı. Dışarıdan böyle manalı şeyler yüklemeyecek oldukları kesin onlar insanlaraysa bir enkaz gibi görünüyordum. Ya da bana öyle geldi. Zira hemen elimi entelektüel bir şekilde çeneme götürdüm. Sanki çok meşgul ama bir o kadar da düzenli bir adamın zamanını planlaması durumundaydım. Güzel de rol yaptım hakkımı yemeyeyim. Tıpkı aklımda sürekli planlar yapıp bir şeyleri mütemadiyen yerine oturtuyormuşum gibi bir görüntü oluştu. Oysa aslında bir b.k yediğim yoktu. Bu meşgul erkeğin çekiciliği yalanına inanmak değil de daha ziyade "madem bir işe yaramıyorsun bari yarıyormuş gibi görün" düşüncesiydi. Öyle de yaptım. Böylece bir gün bu p.ç ettiğim zamanlar için daha bile fazla pişman olacağım. Öyle gibi anlaşılacak olsa da insanın kendi çıkamadığı halinden bıkması bir kompleks değil. Sadece can sıkıntısı, bir türlü bitemeyen. Ama artık böylesine bir melonkoliden de sıkıldım. Gerçekten. Gerçekten bazı şeylerden sıkıldım artık.


Bıktım ben bazı şeylerden artık. Mesela ilk aklıma gelen ne zaman "o" hakkında yazasım gelse kendimi tutup "zamanı değil, değil!" demem. Sanki çok anlamlı bir geleceği bekliyormuş gibi hepsi. Eskiden umutsuz olmak beni rahatsız ederdi. Yeni haber! Artık umut bağlanacak çok şey de yok! Her şey ya en başından beri kaybedilmişti ya da ummakla olmayacak şeylerdi. Bıktığım bir başka şey daha var aslında. Hani az yukarda hepsine karşı tekil olmaktan bahsetmiştim ya. Ben, tamamen kendimle kaldığımda bile o da var oluyor. Üstelik bunun farkına vardı varalı öylesine iyi bir kimse ki moralimi yüksek tutmayı görev edinmiş kendini türlü yalanlarla. Burada bile artık beni mi yoksa hayatındaki (eski) çok iyi arkadaş figürünü mü düşünerek hareket ediyor bilmiyorum. Bazen başka bir arkadaşımın sarf ettiği şu "nefret ediyorum ben o kızdan, tek yaptığı senin ağzına s.çmak, üstelik iyi gibi görünerek, üstelik sen hala onu üzdüğünü zannedip kendine kızıyorsun" lafı aklıma geliyor. Olan biteni düşününce hak da veriyorum ama çok uzun sürmüyor. Kızıyorum kendime onun hakkında olumsuz düşünmeye yeltendiğim için. Deniyorum bazen ama ben ona kızamıyorum. Bazen ondan önceki durumumu özler gibi oluyorum ama onunla birlikte olduğum hayallerimin gerçek olması fikrinin yanında çok çok sönük kalıyor. Her ne olursa olsun şimdiki halimi sevmiyorum. Ama sanırım çok uzun süremeyecek. Dev masal dev ironi ile nihayete ermeye doğru gidiyor. Bu onu bile koltuğuna çivileyecek kadar ironik bir son olacak. Hayır, kendimi kandırmıyorum. Olanlar bitenler bu yönde. Zaten benim hiçbir hikayem sıradan olamadı bugüne kadar. Marjinallik de yoruyor insanı bazen. Hatta sokayım marjinalliğe. Tam bu sırada aklıma gelen ve gayet uyan bir şiir geliyor..

Yağmuru sevdiğini söylüyorsun
Ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun.

Güneşi sevdiğini söylüyorsun
Ama güneş çıkınca gölgeye kaçıyorsun.

Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun
Ama rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun.
İşte bundan korkuyorum; çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun..

William Sheakspare




Gerçi yalan söylüyormuş. O zaman ben iyisi mi ben sevineyim. Nasılsa bir gün bir şekilde (artık ne şekilde olacaksa) işler "olması gerekene" yönlenir de "ah eğleniyor kendi başına ah neşesi yeter" diyen ben olmam.


Sonuç: Hala bir b.k yazamamışım.

Perşembe, Eylül 06, 2007

Boş Yazı

Ben bu yazıyı kendime adıyorum henüz ortada yazı bile yok iken. Gerçi bir türlü henüz ortaya çıkamamış şeyleri de kapsıyor sayılır. Basitçe onlar olmayınca ben de yok sayılıyorum. Zaten Alamanya yenilince biz de yenilmiş sayılmamış mıydık? Daha var bu lanetin geçmesine. Neyse. Ben bu yazıyı kendime adadım ama bunun arkasında sebep olarak orgazmik bir ego tatmini arayışı yok. Hatta ve hatta tam tersi bir durum söz konusu. Ben bir gün bu kararsızlık takıntısı sahibi genlerimin başıma çok büyük bela açacağını biliyordum. Biliyordum da.. neyse. Yani sanırım eğer bu hayatımın en zor dönemi değilse ilk ikiye girer. Üstelik o kadar rahatsız edici derecede güncel ki birinci sırada ne var hatırlamıyorum bile. Zaten albümlerin en güzel şarkıları genelde ikincileri olmaz mıdır? Bu da böyle bir şey işte. Neyse.

Öncelikle ben de kendim kadar sıkıldığımı belli etmeliyim sürekli depresif yazılar yazmaktan. Daha çok sıkıldığım bir şey varsa bu da gerçekçi olmanın mutlak olarak depresif olmayı gerekli kıldığı gerçeğine hiçbir iyimserlikle karşı konulamadığını kabul etmek. Parça bütün ilişkisine yorulabilir bu. Nitekim neredeyse her şey kötüyse ya da çoğunluğa karışıp kötü gibi geliyorsa o neredeyse dışı kategori müstesna kaldığı kadar önemsiz de oluyor. Bir yandan hayatta hayatları halihazırda gayet iyiyken daha iyisini elde edemeyip dellenen öküzlerden biri olmadığım için seviniyorsam da onların rollerinden birini büyük bir istekle tercih edeceğim de oldukça açık sanırım. Çünkü benim derdim farklı. Kaybetmek. Zaten bunları okuyan pek çok insan için hiç yabancı olmayan bir fiil bu. Benzersizdir kaybetmek. Hiçbir şeyi kaybetmek bir diğerini kaybetmeye benzemez. Canlarım benimdirler onlar, her birinin acısı ayrı orjinaldir işte. Ben zaten yeterince şeyi kaybetmiş ve kaybetmeye devam eden hatta artık bu durumdan rahatsız bile olamayan biriydim. Ancak bu durum buna göre bile farklı. Hayatta neyin kaybı insana kelimenin hardcore manasıyla koyar? Para kaybetmek? Muhtemelen. Birini kaybetmek? Kesinlikle. Aşık olunan insanı kaybetmek? Ben, hele ki şu sıra, hiç cümle kurmayayım bununla ilgili. İnsanın kendi hayatında değer verdiği şeyleri kaybetmesi insanı perişan eder, bu açık. Yine de çok çok zor olsa da, çok çok uzun sürse de bir şekilde üstesinden gelinir. Gelinir ulan!

Ya insanın kaybetmekte olduğu bunlardan bile daha önemliyse? Mesela kaybettiği "şey" kendisiyse? Hiç mecaz yapmıyorum. Direkt, bariz olarak zerre tariz amacı gütmeden söyledim. Diğer bütün kayıplar kişinin kendisinin dışında da bu durum çok farklı, çok daha beter. Özellikle kişi günden günde kendini mahfettiğinin farkındaysa, özellikle bu durum hakkında hiçbir şey yapamıyorsa, özellikle bu durumun yegane sorumlusu yine kendisiyse. İnsan kendi içinde kaybolabilir mi? İnsan durduğu yerde kendini böyle yiyebilir mi? Sen yemedin, o malumun ilanı ama soruyorum hala kendime kendim başıma. Bu soruya geçen sene bu zamanlarda "git lan işine" diye cevap verirdim herhalde. Şimdi de aynı şekilde cevap veriyorum ama bu sefer umursamazlıktan değil, yorgunluktan! Bu demek istediğim kişisel kontrolü kaybetmek ve ya bir tür çok kişiliklilik değil. Daha ziyade bok yolunda gitmekte olduğunun farkında olmak ve seni sürükleyen zamanı kontrol edemediğin için kendini kurtarmak adına yapılabileceklerin yalnızca senin tarafından yapılabileceğini bilmek ama ne yapacağına karar verememek. Oh! En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir lafını ilk çıkaran adama psikolojik şiddet uygulayasım var. Bu arada bu hikayenin henüz değinmediğim başka bir muhteşem yanı daha vardı ki o da şudur; kararsızlıkta kaldığın iki yoldan birini seçmek zorundasın ama seçtiğin yolun sonuna vardığında pişman olman yüksek bir ihtimal ve hangisinde bunun olacağını ön göremiyorsun da. Riske ettiğin şey de kendinin ve yaşamının tamamı, hadi bakalım. (Asıl şimdi) Oh! En ufak bir mübalağ yaptıysam Lars Ulrich olayım.. Bu hal öyle fena ki. Hakikaten öyle haller içinde ki halim Türkçe'ye çevirmeye yok mecalim. Diğer kayıplar için yapılan şeylerin bile bir işe yaramaması mesela. Damar müzik dinlemek ya da günlük sıvı yüketiminde alkolün oranını rekor düzeyde arttırmak "normalde" yapılanlardır. Ama burada işe yaramıyor. "Bir dakka lan ne yapıyorum ki ben bu sadece durumu daha da boka sardırır" diyorsun, diyorum. Çünkü başka bir şeyi kaybettiğinde sadece bunu atlatabilmeye uğraşırsın oysa kendini kaybediyorken durup mantıklı düşünmen gerektiğini biliyorsundur acı devam ederken. Pek ifade edemediğim durumu olmayan biyoloji bilgimle toparlayayım. Stoplazması çıkarılan hücre yaşar ama çekirdeği çıkarılan hücre gebermeye mahkumdur. Merkezindeki yok olan diğer her şeyin sonu gibi.

Ben de böyle bir haldeyim işte. Bir süredir, uzun sayılabilecek bir süredir. Üstelik işlerin beni bekleyeceği zaman da doldu ve öteye geçti. Beni beklemediler tabi. Bende geride kaldım, günden güne artan bir stresle. Bunun sonu nereye varacak cidden bilemiyorum. Ya da sonunda ne olacağını. Yüksek ihtimal bir geçmiş olsun, bir keşke, bir de çok geç olacak..

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Daha Enteresan Başlığa Gerek?

Galiba aklımdan ilk geçen tuhaf bir "ama sen bitmiştin" oldu bu sabah. Tatsız, rahatsız, yorgun, uyanamamış, acelesi olan bir sabah bu durum için en beklenmedik en uygunsuz zaman olurdu zaten. Aklın tamamen başka işlerle meşgul olmak zorunda kaldığı, hafif stresli, bolca uykulu bir sabahın insanların bütün o yalan öğleden sonra renkli/parlak yansımalarını yıkadığını, geriye yalnızca oldukları şeyi, kendilerini bıraktığını gördüm. Ben bu sabah onu gördüğümde ikimiz de olabilecek en sade hallerimizdeydik. İkimiz de bir yerlere belli zamanlar içerisinde ulaşmaya çalışıyorduk. Tamamen sıradan bir haldeydik. Ben dolmuştaydım, o ise hızlı adımlarla gidiyordu. Ayrıldığım, üzerinden çok zaman geçen ve hakikaten unuttuğum birini tekrar görmek beni neden bu kadar etkiledi bilmiyorum. Belki ben onunla bu kadar normal bir şekilde karşılaşmayı ummuyordum, belki karşılaşmayı hiç ummuyordum.


Tıpkı bıraktığım gibiydi. Hala bana duyu organlarımdan şüphe ettirecek kadar güzeldi. Sanırım zamanla yegane Syd Barrett'laşan ben olmuşum. Çünkü o bir türlü değişmeyen tatlı ifadesiyle sarı saçları rüzgarda uçuşa uçuşa yürüyordu. Bense yüzümde bir türlü değişmeyen bir katı hass.ktr ifadesiyle oturuyordum. Ancak mevzuyu mevzu yapan şeyin bunlarla en ufak bir ilgisi dahi yoktu. Ben onu öylesine unutmuştum ki adeta dünya üzerindeki varlığını reddeder hale gelmiştim. Sonuçta "benim için öyle biri yok artık" idi. Öyle çok zor bir ayrılık olmamıştı da. Gerçi hangi ayrılık kolay olmuştur ki? Mutlu aşk var mı yok beni ilgilendirmiyor şu an ama kesinlikle mutlu ayrılık diye bir şeyin olmadığını, olamayacağını, biliyorum. O yüzdendir unutmak zorunda kalıyorsun. Kolay değil beyninin sol yanı olmuş birini bir anda yok edebilmek. Ben sevgili olduktan sonra arkadaş olunabildiğine de inanmıyorum açıkçası. Biriyle belli bir seviyeye çıktıktan sonra orada geriye dönülmüyor. Sonuçta gayet üst düzey, gayet çift kişilik bir 20. kata varmışsın, tekrardan alışılagelmiş bir ortak kullanım alanı olan 4. kata nasıl inebilirsin. Bu yüzden ayrılık zor ve ayrılıktan sonra arkadaş kalınmıyor. Çünkü o 20. kata vardıktan sonra eğer işler yürümemeye başlarsa bir tek seçeneğin var; aşağı atlamak. Sanki ben hep bu kadar etkilenmişim gibi geliyor bana. Sanki ben oradan atladıktan sonra önce kendime gelmeyi başarıp ardından kendime bana ait olan bir yer yaratmak zorunda kalıyormuşum gibi, o sadece durup katına gelecek yeni birini beklerken. Zaten her zaman ben misafirim bu şehirde, bir el sallarsın yeter hareket vakti gelince değil midir? Üzerine sanki çok büyük bir onur sahiymiş gibi sen yine olduğun gibi kal, benim için sakın değişme demeye gerek yok. Onların zaten umurunda bile değil. Mesela o da benim hayattaki hatalarımdan biriydi. Bana bunları yaşatan birini sevmeme sebep olan biri olması yüzünden. Madem neden bu kadar etkilendim ben? Bensiz yaşadığı hayatına şahit olmak, benim onsuz olmam ve ya böyle bir şey değil. Ben gerçekten unutabilmiştim onu. Hatta üzerine aşık bile olabilmiştim, hem de çok fena şekilde. Ama işte beklenmedik bir anda onu normal haliyle görünce içimden farkına bile varmadan "ama sen bitmiştin" diye geçirdim. Ben onu bitirmiştim, bitmişti o. Oysa gayet hayattaymış.. Çocuksu bir kabullenmemeydi bu sabahtan bağımsız olarak. Hiçbir şeyi nüksetmedi. Yine de insanın midesi ile diyaframı arasında çiğ ekmek hamuru tıkanması hissini yaşattı oldukça. Aslında bütün gün onu düşündüm. Onu ve beni. Bir onu, bir beni. Sonra gülümsedim. Bir günlük yazısı okuyunca yaşanan kabullenme gibi oldu. Güzel mi oldu pek umurumda değil. Bu sadece bir tür flashback'ti benim için.

Bir an sesini duyar gibi olduğumda bunun benim hayal gücüm olduğu benim için bile çok açıktı. "Keşke" diye üzülmedim. Sadece biriyle bu kadar şey yaşadıktan sonra insanın neden aklına ilk yaşayamadıkları gelir diye düşündüm. Ben bugün onu gördüm. O herhalde görmemiştir beni. Zaten toplam 5 saniye falan sürdü hepsi.

Pazar, Eylül 02, 2007

Thirteen Tales From Urban Bohemia

2000'lerin en iyi albümleri sayılacaksa akla neler gelir? Herhalde Coldplay'in A Rush of Blood to the Head'i, The White Stripes'ın Elephant'ı, Radiohead'in Kid A'si, Outkast'in The Love Below'u ve The Strokes'un Is This It?'i ilk hatırlananlar olacaktır. Bu saydığım grupların her biri bugün mesih olarak kabul ediliyor kendi tür camiaları tarafından. Her biri dev kitleleri peşinden sürükleyen ve "kurtarıcı", "ilah" gibi sıfatlar alan insanlardan oluşmuş durumda. Kanımca hala hiçbiri ve hiç kimse henüz 90'lardaki 80'lerden sıyrılma kadar kesin ve yenilikçi bir şey sunamamış olsa da bu grupların ürettikleri müziğin taş gibi olduğu bir gerçek. Örneğin bu saydığım gruplar içerisinde en orjinal olmayanı Coldplay'dir ama Coldplay'i çok severim. Zaten kulağa güzel gelmesi kriterini bir yana bırakıp sırf yenilik, sırf marjinallik araya araya yalnızca elektronik müzik dinler hale gelen ve "indie" başlığı altına her müzik türünü alan biri olmadığım için de gayet mutluyum. Ancak bugün burada üzerine kelam edeceğim şey ne kişisel müzikal yönelimlerim ne de mainstream müziğin yarattığı kahramanlar. Hayır, bu değeri kesinlikle bilinmemiş bir albüme/gruba ufak bir ithaf yazısıdır.


The Dandy Warhols'un üçüncü stüdyo albümüydü Thirteen Tales From Urban Bohemia. Ben de henüz birkaç gün önce edindim. O zamana kadar iki şarkıyı biliyordum albümden; Bohemian Like You ve Neitzsche. O zamanlar da bu şarkıların indie-rock'ın zirvesi olduğunu düşünürdüm (evet çünkü Franz Ferdinand brit-rock'tır, indie değil..) Albümü dinledikten sonra aklımda kalan şey çok kısa bir cümleye sebep oluyordu, "vay be". Çünkü ortadakü müzik yalnızca güzelden öteydi. Tasviri pek mümkün olmayan bir şeydi. Hani bazen çok şey hisseder ama ne hissetiğini bilemezsin ya, bu da aynen öyle bir albümdü. Yine de bir denemem gerekirse şöyle ifade edebilirim sanırım.

Metallica'nın The Black Album'deki hacimli/tok sound + Grunge ve Punk arası ama Punk'a daha yakın bir müzikal enerji + Trent Reznor tarzı vokal + nicelik ve nitelik olarak çok distortion + marjinal sözler + Indie tabanı + Pink Floyd saykodelizmi + hüzün + yabancılaşma + endorfin.


Sonuçta ortaya çıkan şeye sanırım en doğru tanım "Saykodelik Pop". Peki saykodelik bir pop olur mu? Pop saykodelik olabilir mi? Olur, oluyormuş. Hem de çok güzel oluyormuş. Belki bu şimdi diyeceğim abartılı daha doğrusu fazla kişisel bir yargı gibi gelecek ama bu albümün değer olarak Pearl Jam'in Ten'inin yanında yer alması kesinlikle ayıp olmaz. Thirteen Tales From Urban Bohemia müziğiyle, sözleriyle, derinliğiyle, bütünlüğü ile kendi çağının çok ilerisinde bir albüm. İçinde her iki tip post-modern rock dinleyicisi için de şeyler barındırıyor. Hem bir yandan köklerine sağdık bir sound hem de deneysel tınılar. Albümün tepe noktasının hala sözleri toplam iki cümleden, I want a God who stays dead not plays dead. I, even I, can play dead, oluşan Neitzsche olduğunu düşünüyorum. Zaten albümün ilk üç şarkısı bir şarkı aslında ve Nietzsche bu üçlemenin son ve en taş üyesi. Bu şarkılar sırasıyla Godless, Mohammed ve Neitzsche. Bu saykolik intronun ardından gelen Country Leaver arkasından gelen şarkılar gibi daha moralli bir sound'a sahip. Taa ki sekizinci şarkı olan Sleep'a kadar. Bu şarkının hala No Surprises'ın üvey kardeşi olduğunu düşünmekteyim. Çalıntı falan manasında değil. İkisi de aynı frekansta yayım yapıyor. Yine de albüm insanı ne kadar üzerse üzsün Bohemian Like You çalarken hüzünlü olmak nerdeyse imkansız. Blues'a yakın bir outro olan The Gospel ile nihayete eriyor bu 56 dakikalık müzikal zevk-ü sefa.

Bu albümün değeri belki bir gün, herhalde asla, anlaşılacak. Sadece bir Vodafone reklam cıngılı olarak hatırlanacak olması tek şeyin bu kült olması gereken albümden üzücü elbette. Özellikle Andre 3000 çağımızın Hendrix'i olarak taçlandırılırken, özellikle Arcade Fire ilahlaştırılırken.


[MP3] The Dandy Warhols - Godless + Mohammed + Neitzsche + Sleep + Bohemian Like You

Perşembe, Ağustos 30, 2007

Maux de la Nuit, Crainte..

Neredeyse bir aydır "kişisel" diye yazı yazmamışım. Bu demektir ki neredeyse bir aydır senin hakkında bir şey yazmıyorum. Önceleri asla sonu gelmeyecek gibi hissettiren cümlelerin böyle tıkanmış gibi göründüğüne bakma. Hatta onlar, senin göreceğin yanından süzülenler, asıl içimde, içimde yüzdüğün bir deniz var. Ben hala bu kalabalığın içinde yapayalnız hissetmektense, sensiz hissetmektense, dünyanın bir ucunda tek başımayım sözünü gururla giyerim. Kendime o zaman neden diye sormama gerek yok çünkü sebebi biliyorum. Hani bazı hayaller vardır daha kurulurken biten. Bu durum tam öyle değil. Bu daha çok ifşa edilince değersizleşen hayaller gibi. Ben hala hayal kuruyorum bu son savunduğuma inat. Mütemadiyen hayal kuruyorum. Onların içinde yer alırken plan bile yapıyorum. Kestirmeye çalışıyorum iyi senaryo ve kötü senaryo olarak geleceği. Vazgeçemediğim iki huyum var bunu yaparken. Birincisi kendimi bu hayallerin içine koymak, ikincisi ise seni bu hayallerin dışında tutamamak. Acaba derinlerde neleri düşlemeye kadar varabildiğimi bilsen fersah fersah kaçar mıydın benden? Yoksa sarılır mıydın hiç yapmayacağını düşündüğün gibi. Biraz olsun bir gün bir çılgınlık edip seni sevdiğimi söylesem lafına benzedi. Onun da sonu alay edip güler misin yoksa sen de sever misin diye bitiyordu. Ben ettim o çılgınlığı biliyorsun. Belki de fazla çılgınlık ettim ve bana yeterince kalmadı. Özgürlüğümü sorumlulukla takas ettim zira. Ancak pişman olmadım. Bana acı veren bir özgürlüktü senin haberinin olmaması. Şimdi sahip olduğuma inanmak istediğim sorumluluk ise olan bitenden artık haberdar olman. O yüzden gidişatına gayet uygun olsa da bunu benim belki de gizli bir bildiğim var elbette ağlarım benim can kırıklarım var diye sürdüremem. Gizli bir bildiğim yok artık çünkü. Olduğu zamanlarda burası bir ağlama duvarıydı zaten. Şimdi daha iş yerine, ağırlıklı olarak müzik dükkanına benzer oldu. Yine de senden bahsetmiyormuşum gibi görünmesi battı bana. Seni senin yerine tribe yatacak kadar seviyor olmanın anormal bir faaliyet olduğunun bilincindeyim ve sırf içinde sen geçtiği için bile gurur duymamı sağlıyor. Ama artık ne sen ne de o sıfatıyla bir şey yazsam eskisi gibi olur. Eskisi gibi olmasın da zaten diyorum aslında. Başlık bunun bir devam yazısı olduğunu müjdeliyordu, yani hiç değilse bana. O kadar lokal, o kadar kişisel bir blogdur bu. Orada iki fark gözünle çarpışmış olsa gerek. İlki ülser gibi bir sabahta yazılmıştı ve teması acıydı. Bu ise unplugged gibi bir gecede yazıldı ayrıca teması korku. Korkunun da baya bir süre biteceği yok gibi görünüyor, tıpkı bana hissettirdiğin diğer tüm heyecanlar gibi. Korkular çeşitli. Yanılmaktan korkuyorum. Fazla umutlu olmaktan korkuyorum. Fazla karamsar olmaktan da aynı şekilde. Bunlar olur biter bir şekilde de zaten en büyük korkum dibini görememek bu hikayenin. O kadar hayal kurdum, hala da kuruyorum dedim ya. Onlar hep süreç hayalleri. Yanlış saymadıysam 451 kadar farklı hayal ve hiçbirinin belirgin bir sonu yok. Sonra zaten oluruna bıraktım, sanki başka bir seçeneğim varmışcasına. Bir yandan da her şey bittiğinde küçük bir aşk yetiştirdim düzene yenik düştü ve ya beni sevmezsen yağmurları sev, sen sev yağmurları yağmurlar yağsın üzerime demekten de korkuyorum. Belki vazgeçtim dünyadan bile diyebilirim. Şu baya bir uzun olan süre boyunca da bilemeyecek olmak da ayrı bir derttir aslında. Bırak diyorum şu küçücük resmi, yetmez bize bu küçük esinti ama ne fayda sağlıyor ki bağırıp çağırmak. Nereye gider bu aşk?

Sanırım bu Fransızca başlıklı yazıların daha devamı olacak.

(bkn: Maux de la Matin, Douleur..)

Salı, Ağustos 28, 2007

Duman Neden Çok Sevilir?

Duman an itibariyle Türkiye'nin en çok bilinen/en çok dinlenen/en çok sevilen/en çok hayranı olan/en çok reşit olmamış dişi hayranı olan/en çok reşit olamayacak erkek hayranı olan.. diye giden pek çok etiketi taşıyan grubu olsa gerek. Şimdi yazının asıl maksadını ifşa etmeden önce birkaç şey söylemem gerekli. Bir, ben eskiden Duman için "3 akorlu basit şarkılar yazan bir grup" diyen insan ırkına dahildim. İki, Duman'ı hala Türkiye'nin en iyi rock grubu olarak görmüyorum. Üç, genelleme yaparsam Duman'ın hayran kitlesinin önemli çoğunluğu salak! Peki bunların az aşağıdakilerle ilgili ne? Hiçbir şey! O zaman sözü daha fazla uzatmadan.


Duman'ı farklı kılan ne? Üzerine çok uzun kelam etmek lüzumsuz bence. Duman dinleyen herhangi birinin vereceği cevap yeterli olacaktır zira, "çünkü damar". Zaten üzerinde kafa yorulması gereken grubun müziğinde bu damarlık faktörünün nereden geldiği. Bunu anlayabilmek için önce hayran kitlesine dikkat etmek gerekiyor. Çok büyük kitlelerce kabul edilmiş olmalarına rağmen Duman'ın Cem Yılmaz'dan farklı tarafları var. Çünkü Cem Yılmaz hayranı olan birini tanımadan kategorize etmek olanaksızdır. Herhangi bir sosyo-ekonomik kesimin herhangi bir ferdi olabilir. Ancak işte burada kesin olan bir nokta var ki Duman dinleyen birinin az ya da çok ama mutlaka rock müzikle bir münasebeti vardır. Yani bütün hayatını Serdar Ortaç dinleyerek geçirmiş bir denek Duman'ın müziğini büyük ihtimalle sevmeyecektir, zira içinde elektro-gitar vardır. Yani kitle bu. Kitle yıllar içinde sayıları katlanarak artan Türk rock dinleyicileri. Bu kitleyi de Duman'ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırmak mümkün. Sevmeyenler neden sevmiyor? Sevmeyenler bu müziği basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz görenler. Burada taşlama yapıyormuşcasına konuştum ama demek istediğim o değil. Yoksa benim de şahsen basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz bulduğum örneğin bir Demet Akalın yaratığı var, kişisel zevkler. Sevmeyenler ayrıca "özellikli" olarak gördükleri müzikleri dinlemekten ego tatmini yaşayan insanlardır. Bunların az bir kısmı da dinledikleri bu nitelikli müziklerin, bkn: Pink Floyd, kendilerini de nitelikli kıldığını zannederler ayrıca Duman sevmeyen herkes mutlaka Mor ve Ötesi dinler. Sevmeyen kitleyi kısaca dürttük. Seven kitleyi bu müziğe çeken ne ki? Neden Duman dinleyicileri için Duman'dan sonra her grup "daha az damar" dır? Neden Duman dinleyicileri Duman'ın müziğini itici değil içten bulurlar? Neden Duman "en harbi grup" olarak kabul görür? Bunun için az daha kazı yapmak gerekiyor.

Eğer 2059'dan önce Türkiye'de doğup büyüdüyseniz şimdi diyeceklerim size hiç de yabancı gelmeyecektir. Bu ülkedeki her bireyin ister istemez "kazandığı" bir arabesk kültürü altyapısı var. Bunun oluşmasının etkenleri pek çok. Yalnızca çocuklukta bilinç altına kazınan müzikler ve filmlerden değil. Onların da önemi çok büyüktür ancak onlardan öte bu arabeskin bir tür yaşam biçimi olarak tezahür etmesine mutlaka herkes tanık olmuştur. Çünkü herkes hayatında en az 190 kere dolmuşa binmiştir. Bunun gibi algısal sebepler ve zihnin derinlerine kazınan izler bir yere kaybolmuyor. Tıpkı kalan diğer izler gibi. Bundan sonra yazacaklarım açıkçası tespit değil tahmindir. Ben bu arabesk çiziklerini kafamda taşıyan ama arabeskten kesinlikle haz etmeyen biri olarak kendi gözlemlerimi an itibariyle ileri götüreceğim yalnızca. Mesela bu örnekte olduğu gibi arabesk sevmeyen biri, ben. Yine de bu kültürel kalıntılara (ki bir toplumun kültürel tabanının buna dönüşmüş olması ayrıca kaygı sebebidir) karşı çıkmak pek de mümkün değil. Çok açık bir örnek vermem gerekirse, metal şarkılarının bağlama ile çalınması kulağa güzel geliyor. Uzayan lafın kısası Duman'ın müzik türünün tanımında gayet açıkça beliriyor; "arabesk-grunge". Tabi şimdi "zaten grunge da gavur arabeskidir" diyenler çıkabilir. Onlara depresif her müzik türünü kendi alışık olduklarına indirgemeye çalıştıkları ve "indirgemek", "algı" gibi kelimeleri bilmedikleri için "çıkın lan dışarı" diyorum. ..ve devam ediyorum.

Aslında eğer arabesk-rock diye bir tür varsa bunun ağa babası Erkin Koray'dır. Ancak Erkin Koray'ın o kadar da dinleniyor olmadığı açık. Burada karışımın nasıl yapıldığı önemli. Erkin Koray şarkılarında ton daha ziyade arabeske yakındı. Oysa Duman müziği rock'ı arabesk yapmıyor, arabesk'i rock yapıyor. Böylece ortaya çıkan şarkıların rifflerinde, ritimlerinde, melodilerinde ve vokal tekniğindeki bu alt yapı insanların kafasında derinlerde kalmış o izleri uyarıyor. Rock müzik seven biri için "acı müziğinin" en geçerli karşılığı Duman oluyor. Elbette pek çok insan Duman'ı içinde bu tarz öğeler bulduğu için dinlemiyor. Zaten olay bunun pek farkında olunmaması. Duman'ın müziği dinlenirken aşina olunan bu kökler insana "işte budur" dedirtiyor cidden. Kulağa damar geliyor mu? Köküne kadar! O zaman problem yok. Yine de grubun sadece bundan beslenerek bu noktaya geldiğini savunmak da abartılı olur. Sonuçta bu adamlar (genellikle Kaan Tangöze) sağlam şarkılar yazıyor. Oky'nin de dediği gibi "Her yabancı grubun yerli bir kırması vardır" önermesi doğru olsa bile Duman için "Türkiye'nin Nirvana'sı" demek en edepli tabirle "bi' s.ktir git lan" denilesidir. İlla benzetilecekse etkilerinden dolayı "saykodelik" dönem gruplarına benzetilmesi çok daha yerinde olur. O yüzden Kaan Tangöze Kurt Cobain ve ya David Gilmour değil. Çok daha fazla Neil Young ve Orhan Gencebay "kırması" bence. Tabi Duman'ı bu kadar çok sevilen kılan yanlarından biri de hiç kuşkusuz tavırları. Ağzına "baba naber ya" lafı yakışan insanlar vardır. Bu grup insana bu duyguyu veriyor. Meyhaneye de bara da giden adamlar, maksat içelim güzelleşelim. Sonuçta dev bir grup değil gayet çıkıp müzik yapan harbi herifler olarak görünüyorlar insana. Bunu Mor ve Pipisi için söyleyebilir misiniz?

Kısacası arabesk artık inkar edip arınabileceğimiz bir şey değil. Uygun bir kılıf altında gayet de seviliyor. Yoksa arabesk'e dayanamayan hanım kızlarımızın Duman çalınca bağıra bağıra Çile Bülbülüm'ü ve ya Olmadı Yar'ı söylemeleri nasıl açıklanabilir? Duman dinleyicilerinin kültürel birikimlerinde arabesk ve (bahsetmemiş olsam da çok önemli bir oranda) gazel bulunmasından dolayı her zaman "en damar müzik" olarak kabul görecek. Bunun inkar edilmesi gereken bir yanı yok. Kaç tane Ah, Haberin Yok Ölüyorum, Hatun gibi şarkı sayılabilir ki?

Not 1: Mor ve Ötesi'ni severim.

Not 2: Türkiye'nin en iyi rock grubu Kurban'dır.
top