Cumartesi, Eylül 22, 2007

Kocaman Kabus

Yine bir yere benim tembelliği meslek edinmiş bünyemden daha önce ulaşmış olması şaşırtmamıştı beni. Gerçi o böyle şeylere takılmazdı. Denizin kenarında saçları yüzgarda uçuşurken her seferinde beni hayran bırakan gülümsemesi ve arkasındaki İstanbul boğazı ile bir Ara Güler fotoğrafı kadar güzel ve keskin bir güzellik oluşturuyordu. Yüzündeki bu ifade hemcinslerinin pek çoğunun bir türlü vazgeçemediği şeyin tam tersini temsil ediyordu. O "nerede kaldın!" demiyordu, "iyi ki geldin" diyordu. Ondan beklenmesi gereken de buydu. Çünkü o, anı yaşamak denen şeyin anlamını herkesten daha iyi biliyordu. Bunu yaparken tüm dünyadan, tüm dünya yüzünden ürkek olurken bile. Bense gözlerindeki ifadeye inanamıyordum, hala, bunca zaman sonra bile. Ama o gerçekti, orada dimdik dururken o gerçekti. Yolun karşısına geçerken her yıl trafik kazalarında ölen birkaç bin kişiyi unutmuş gibi yaparak ne önce sağa ne sonra sola ne de sonra tekrar sağa bakıp doğrudan onun gözlerine kitlenip yürüdüm. Yaklaştığım şey yalnızca iyi bir dost değil, gerçek bir abideydi. "Nasılsın Deniz'ciğim" dedi. Bir an yine gülümsedim. "İyidir, sen nasılsın?" diye çok sıradan bir karşılık verdim. O ne yapsın, işlerinin yoğunluğundan, yer yer İstanbul'dan bıkışından bahsetti. Sanki önceden sözleşmiş gibi saatlercelik konuşma konumuz varken o an sağır bir konuşma yürütüyorduk. Belli ki ne kadar güzel olursa olsun boğazdan daha kapalı ve daha sakin bir yere ihtiyacımız vardı ve onu düşününce bu istirhama katılmama olanak yoktu. Haydi gidelim o zamanlar faslı geçerken "peki sen İstanbul'a alışabildin mi?" diye sordu. Ben de ancak "eh diyelim eh olsun" diyebildim. Gerçi onun yanındayken moralsiz olmayı pek de hak etmediğimi düşünüyordum. Bir an durup "ya Sedef.." dedim. Her zamanki iyimserliği ile "ne oldu Deniz'ciğim?" diye sordu. Ben de aslında "hiçbir şey, boşver" demeye gayet hazırken bari ufak bir doğaçlama yapayım dedim ve "istersen bize gidelim hem film falan izleriz" diye bitirdim.

Film falan izlemek istemiyordum tabi ki de Sedef'le konuşma fırsatım varken. Mecidiyeköy yolları İstanbul trafiğinde kısaldıkça uzalırken ona baktığım her anda kendime "ben olsam ne halde olurdum acaba?" diye sormadan edemedim. İnanamıyordum ki durabileyim. Yine de bir yandan hala içinde hapsettiği korkusunun hala hayatta olduğunu hissediyor, hissettikçe ben de üzülüyordum. Bu konuyu tıpkı her zaman olduğu gibi açmayacaktım. Zaten her şey maalesef olup şükür ki bittiğinde geride hatırlanması gereken ne yaşandığı değil bundan sonra onun yaşayabilmiş olmasıydı. Bu düşünceler kafamda ekolar halinde gidip gelirken Sedef'in "daldın gittin gene olm" uyarısı ile kendime geldim. Yine gülümsedim nedensizmiş gibi. Havadan sudan konuşmayı mı gereksiz görüyorduk yoksa bu yine benim konuşabilme kıtlığına düşüp asosyal alt-benliğimi yeşerttiğim anlar biri miydi hatırlamıyorum. Ama söyleyecek işe yarar bir söz gelmedi aklıma ben de susmayı tercih ettim. Bunu öğrenmem uzun zaman bile almıştı. Yaklaşık dakika sonra da durağa vardık zaten. Durup dururken Türkiye'nin Doğan SLX kullanan insanına küfür edesim yoktu ama daly.rrak herif baya baya üzerimize sürmüştü skindirik bir yeşil ışığa yetişeceğim diye. "Yavaş lan hayvan!" diye bağırdım. İlerde kırmızı ışığa yakalandığında tam "hah s.çtık" diyordum ki Sedef benden çok daha fazla irkilmiş bir halde "lütfen gidelim Deniz" dedi koluma sıkıca sarılarak. O an ambalaj bir erkekliğe girmek için en uygunsuz pozisyondu zaten. Üstelik yanımda yüreği ağzına gelen ve bunun olmasına engel olamadığı için kendini suçlayan bir kız vardı.

Evin dış kapısından girdiğimizde kapalı alan hissiyatı ikimizi de rahatlatmıştı. Ama asansörle çıkmamız gerekiyordu, üstelik çok talihsiz bir şekilde 8. kata.. Kafasını dağıtmak için bu kısa, dikey yolculuk boyunca laftan laf türetmeyi planlamıştım ama gerginliğinden ağzımı açmaya dahi cesaret edemedim. Sanki "hadi artık bitsin, hadi!!" diye bağırmak istiyordu. Sanki benim de içim parçalanıyordu buna şahit oldukça. Kata vardığımızda çektiği ohh'un sesi duyulacak kadar yüksekti. Belki de bu yüzden eve girene kadar benimle göz göze gelmemeye çalıştı. Hala her an "bir şey yok" denmesine luzüm bırakan olayı hiç yaşamamış olmayı dilediği her halinden belliydi. Eve girdiğimizde Janis hemen Sedef'in ayakları arasına kıvrıldı. Kendi kedimin birini benden daha çok sevmesini dert edecek değildim zaten bütün uğraşım Sedef biraz olsun huzurlu olsun diyeydi. İçeriye geçtik, biraz beyaz şarap koyduk. Film izleme işinin olmayacağı zaten belliydi. Biz birer filmdik başlarımız başlarımıza. Birbirine yaşana gelen masallar anlatacağı olan iki arkadaşın dialoğundan daha mühim bir şey yoktu o anda. Hakikaten de laf lafı açtı. O anlattıkça ben dinledim, ben anlattıkça o dinledi. O anlattıkça ben sevindim, ben anlattıkça o sevindi. Zira hayatlarımız dışarıdan bakılınca gayet güzel duruyordu. Bir anda, geçen 3,5 saat ve yaklaşık 2 şişe şaraptan sonra durduk. Gözleri karşılıklı oturduğumuz kanepenin kıvrım noktasına doğru olmayan bir paralele kitlenmişti. Gözlerini kırpmıyordu bile. "İyi misin Sedef" diye endişelendim. Derin nefesler alırken gözleri doldu. Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açarken ağlamaya başladı. Hiçbir başka harekette bulunmadan yalnızca titreyerek ağlıyordu. "Sedef nolur bişey söyle.." diye yalvardım. "Dayanamıyorum bazen Deniz!" dedi nazik bir sesle haykırırcasına. "Asla eskisi gibi olamayacağımı biliyorum, abarttığımı da biliyorum. Hiç olmamış gibi devam etmek istiyorum, ediyorum da. Ama işte bazen.. bazen hatırlıyorum ve dayanamıyorum" dedi. O bunları söylerken benim de gözlerim dolmuştu. Onun karşısında onun için güçlü görünmeliydim ama Sedef'i böyle görmek beni de enkaza çevirmişti. Nasıl hak vermeyebilirdim ki ona? Dedikleri içimden bir zımpara gibi geçerek doğruydu. Neden olmuştu ki bu? Üstelik ona, üstelik daha 15 yaşındayken. Hikayeyi her hatırladığımda zaten arka arkaya 3 yumruk yemiş gibi oluyordum bir de üzerine bu hikayenin yegane kurbanı önümde paramparça oluyordu savunmasızca. Bundan koskoca olması gereken ama beton kadar ağır olmasına rağmen bir tek gecelik gibi geçen 5 seneden sonra hala yarası içinde duruyordu. Suçu neydi ki? Neden sıradan bir gün sandığı o gün okulundan evine geldiğinde o orospu çocuğu ile aynı anda asansöre binecek kadar talihsizdi? Neden o orospu çocuğu 4. katta asansörü durdurup telefonunu vermesi için onu zorlamıştı? Neden zavallı Sedef iyi niyetli olup "peki sadece sim kartı aliyim kimseye söyleyemeceğim" demişti? Neden o orospu çocuğu "kimi kandırıyosun lan sen" diyip 2 kere boğazından jiletlemişti Sedef'i.. "Neden ulan neden?!" diye bağırdım. Yazık, Sedef hala "üzülme Deniz" diye beni neşelendirmeye çalışıyordu ikimizden de akan yaşlara inat. "Nasıl üzülmiyim Sedef ya.. neler yaşadığını tahmin dahi etmek istemiyorum.." dedim hıçkırıklarımdan arka kalan boşluklarda kopuk kopuk. "Bak biz her zaman yanındaydık, her zaman da olucaz" dedim. Ellerini boynundaki 12 dikişin fiziksel olarak yok olmaya yüz tutmuş ama acısı her daim kalıcı olan izlerine götürüp "tamam da Deniz.. ben kendimi bulamıyorum bazen aradığımda" dediğinde boğazıma çöken tarif edilemez bir nefessizlikti. Kim bilir neler yaşamıştı? Kim bilir nasıl da hepimize "ben iyiyim" derken markete gitmeye bile korkar bir haldeyim. Bütün bu travmayla nasıl başa çıkabilmişti kendi başına? Nice pahabiçilemez hayatların üç kuruşlar için yok edilişine alışkındık da bunlar üçüncü sayfalarda olurdu hep. Bütün bunlara sebep olan orospu çocuğunun bir daha bir başkasına hatta ona bir şey yapmayacağını ne garantilerdi ki? Peki ya o Doğan SLX kullanan herifin onun ruh eşi olmadığını? Ya da böyle bir şey yaşamış birinden dışarıda hayat denilen şeyin geçtiği yer olan sokaklarda böylelerinden binlerce olduğu gerçeğinin üstesinden gelmesi nasıl beklenirdi? Aklım bir insanın, hele ki 15 yaşında, böyle bir şeyle cebelleşirken neler çektiğini anlamakta her zaman güçlük çekmişti. Kim bilir bunları yaşamak nasıldı? "Deniz özür dilerim kendimi kaybettim" bir an demeye çalıştı. Hemen sözünü kesmeden tam bitirdiği anda "ne özür Sedef.. ya bak.. ne diyebilirim ki.. ben senin gülümsediğin her ana hayran kalıyorum. bütün bunlardan sonra tekrar ayaklarının üzerine çıkman olağanüstü bişey.. ben olsam çoktan kendimi bir yerlere kapatmış olurdum. ama sen.. senden başka hiç kimsenin bu kadar güçlü olabileceğini sanmıyorum hiç değilse benim öyle bir tanıdığım yok.." dedim. Gözyaşlarını silerken "iyi ki varsın ya Deniz" diyordu ki "şimdi s.ktr et sen beni" dedim. Gülmeye başladık anlamsızca karşılıklı. "Sedef sen dünyadaki en güçlü insan değilsen ben de gider İstiklal Caddesi'nde klişe siyah-beyaz fotoğraflar çeken biri olurum" dedim. Bu ortak hayranlığımıza giren Umut Sarıkaya realizmi ortamı iyice dinginleştirmişti. Zaten kalanı da saç okşanmasının cinsiyetler üstü bir şekilde en büyün meditasyon olduğunun 2 saatlik bir kanıtıydı.

Onu uğurlarken aşağı gelmek konusunda ısrar ettim. O yine öğleden sonraki gülümsemesini giyerek "benim sana daha ihtiyacım olacak sen şimdi yorma kendini" dedi, üstelik sonunu "..hele ki böyle gerekmeyen şeyler için." diye getirdi. Veda sarılması yaparken gözyaşlarımız hala belirgindi. Benim endişem geçmemişti ama o yine her zaman beni şaşırtan dirayetli duruşunu sahiplendi ve asansöre yöneldi. Giderken de bana daha fazla endişe etmememi söyleyerek. Ben yine de camdan gözledim onu. Sağ sağlim otobüse binip binmediğine baktım. Sedef herkesten güçlü çıkmaya devam ediyordu hala. "Utanın lan hemcinsleri" diye bir laf geçti içimden ve bununla paralel trajik bir gülüşe imza attım. Onun hemcinslerinin alayı bir Sedef edemezdi asla.

2 yorum:

  1. dün yorum bırakayım dedim kitlendim kaldım, bugün de farklı değil.

    YanıtlaSil
  2. pardon, diğer hesabımda kalmış. yukardaki benim.

    YanıtlaSil

top