Pazar, Kasım 25, 2012

Kasımlar Dolusu

Fersah fersah içbükey, iç içine sığınamayan, şarabı sonbahardan ötürü umutlar bakıyor gözlerim seni, senin hiçbir şeyi görmediğin günlerde. Günler diyorum günler, seni bana öyküleyen, beni bize masal eyleyen güzel ve safran günler. İnanır mısın, ki beni biraz tanısan hiç inanamazdın, güneş katran doğmuyor senden beri. İnancıma balans ayarı çektim; yelkenlerini sana foralıyor bütün pusulalar. Vira sevmek seninle bütün öğleden sonralar.

Halinde, ahvalinde milenyumlar dolusu lir var, gibi gelir bana. Öylesine hafif ki adımlarının güzelliği, yapılmaz, onulmaz geliyor bana sen olmadan güneşsiz günler. Kimi zamanlar, kahvenin yalandan arkadaşlıklara güç verdiği saatlerde genellikle karşılaşıyoruz. Gölge etmeyen seslerimiz kavuşuyor sanki bütün yolların ortasında. Sen, nihayet efendiliğimi bozmama sebep; hep bir anda çıkıyorsun karşıma. Farkında bir olsan aslında şu uçuşkan naifliğimin, göreceksin. Evet göreceksin yolun başında biri var seninle varışsız yolları şiirlerle yürümek isteyen. Saçlarının dağılışıdır çünkü gündemin rüzgarlarından fırtınalar eken aklıma. Bütün uzaklar yakın; bir tek sana doğru yolsuzluğumu aklayamıyor aklım.

Fiilerimi, garipliğimi es geç; dik beni en sevdiğin kıyafetinin üzerine ki tanış olalım. Marşlar yazılsın hakkımızda, adlarımız kentlere verilsin, nesiller ve meydanlar dolusu haykırılsın öykümüz ve yine de bizim bizden başka gayemiz olmasın. Çok mu şey diliyorum diyorum bazen, bazen ülser oratoryoları bağırıyor ayılar ardımda. Ben ki, modern zamanlar şovalyesi, flanör aşkları gereğinden meşhur, şovenist şiirler dilbazı, endişesizlik abidesi; seninle karşılaşmalarımın her bir defasında hanım hanımcık bir herife dönüşüyorum. Şarkılar dolusu gülümsüyorum içimin bahçelerinde. Bu ilk değil; ama son olsun dileğidir. Senden bu yana daha da mutluluk aranmasın diye.

Kasım'dan herhangi bir gece, ki sene 2012.

Cumartesi, Ekim 06, 2012

Diyelim

Olanlar içinde en fenası can sıkıntısıdır, diye lafa girmeyi istiyordum. Felsefik bir yanı varmış gibi duran sözlerle ortamda ön plana çıkmak değildi amacım. Aklıma başka herhangi bir mantıklı cümle gelmiyordu sadece. Olmayanlara gelirsek, zaten onlardır olanların en fenasına sebep, diye de sürdürebilirdim aslında ama birkaç dakika önce Barış’ın ettiği bir söz bu ve benzeri şeklinde gelebilecek her lafın damarını kesmişti. Fikren gebeş, fiilen çok entelektüel dost meclisimizde yazmak mefhumu ve ‘doğru’ yazarlık nedir hakkında bitmek bilmez olacak bir tartışma sürüyordu ki, Barış lafa girdi ve “abi, süsten püsten uzak olmaktır mevzu. bak ne demiş şair. ruh şarabı gördü üzümden önce. benim daha bir şey anlatmama gerek yok sanırım” dedi. Hayvanın çocuğu, it oğlu it, göt busesi Barış böylece sırtını adını bilmediği Melih Cevdet Anday’a dayamış ve aslında hiçbir şey anlatmadan ‘daha bir şey anlatmama gerek yok’ seviyesine ulaşmıştı. Kuşkusuz bu fiyakalı lafa verecek cevabı olan cevval çocuklar tribünü olarak biz de oradaydık ama Barış’ın ortamdaki kızların üzerine dev bir feromon bulutu gibi çöken lafı giderek betonarmeleşiyor, adeta kanuna dönüşüyordu. Bu durumda şayet kızlar olmasaydı çok samimi ve içten biçimde “Barış, siktir git gözünün çeperine edeyim” formunda gelecek reaksiyon da haliyle doğarken ölmüştü. Neden ses edememiştik? Çünkü Barış kadınlar locasını yanına çekmişti? Barış bunu nasıl yapmıştı? Çünkü çok slogan bir laf etmişti. Bir de, Barış yakışıklıydı. Bütün argümanları da bu fiziki estetikten payını alıyor, hükmen doğru oluyordu. İçimden, “ben böyle sosyal konjönktürün belini kırarcasına..” diye küfretmeye başlıyordum ki boşverdim, bir sigara yaktım. Çay sevmiyordum o yüzden kuru gırtlak diyetine devam, suskun ve gösterişsiz halimi sürdürdüm. Yaşadığım ülkede çay sevmeyen, çaya karşı her zaman mesafeli duran, her türlü tekel harcaması ve icabında uranyum zenginleştirmeye bile para bulabiliyorken bir tek çaya ödenen bedele acıyan, çayı bir bardak dolusu kaynar manasızlık olarak gören tek kişi bendim. Çay sevmemem yetmezmiş gibi bir de yakışıksızdım. Allah benim belamı versindi. En azından Cansu için öyleydi. Bazen, bazı yerlerde olur; hiç karşılaşılmak istenmeyen biri ile aynı masaya oturulur. Tamamiyle yalan ve samimiyetsiz haller hatırlar soralım fasılları peydahlanır; hiçkimse de burnundan kıl aldırmaz. Bu, biraz da insan burnunun kıkırdak ve deriden mütevellit olup tereyağı olmaması ile alakadır. Hoş, Cansu bütün olarak tereyağı olsaydı kendisini büyük bir memnuniyetle, yanıp simsiyah ve pis kokulu bir lavabo ızdırabına dönüşene kadar kızartırdım. Bu durumda soğanlar değil benim hayallerimdeki evin panjurları pembeleşirdi. PVC’lerle dövesim olan Cansu’ya, ideolojik olarak kadına şiddete karşı olduğum için kafa atamıyordum, bir de aynı masaya oturmak zorunda kalmıştık. Hay Allah binbir bela versindi. İlk sigara bitmeden ikinciyi yaktım. Yakılan ikinci sigara günün otuz yedinci sigarasıydı. Can sıkıntısı insanın içini köreltir, bol miktarda nikotin tükettirir ve bu şekilde bireye zarar verirken devlete katkı sağlar. Devlet çok zeki bir yapı olduğu için meşgul tuttuğundan da, canı sıkılandan da bir şekilde faydalanır. Allah devletimize zeval vermesindir.

Dayanamadım bir süre sonra, attım kendimi yollara. Birkaç “abi otursaydın daha” ile aklımı çelmeye çalışan arkadaşlara, uğruna yardımlaşma vakfı açılabilir bir gülümseme ile “yok, ben gideyim” dedim. Yoldayken günün kırk altıncı sigarasını yaktım. Demek ki günün başında üç paket sigara alarak akıllılık etmiştim. Eve varıp tüm bunları yazsam mı acaba diye düşünürken, ev arkadaşım odama gelip “abi sikicem hatasız kul olmaz’ını ama! yeter lan!” diye bağırdı. O bağırmasını bitirdiğinde Hatasız Kul Olmaz sekizinci defa çalıyordu. Ona dönüp, “sen içerde tost yaparken savaş çıktı” dedim. “Hadi ya..” dedi. Sonra gitti. Elektriklerin kesilmesinin, tam da sigara stoğumun bitişine denk gelmesi ve benim yarıda kalan şarkıya mı, biten sigaraya mı, yoksa çıkan savaşa mı söveyim diye düşünmeme yaklaşık on dakika vardı. Canım çok sıkılıyordu; kalan son sigarayı yaktım. Olanların içinde en fenası can sıkıntısıydı. Allah can sıkıntısının belasını versindi.

(Peşin peşin: http://www.youtube.com/watch?v=jY8Lxf4Uf-E)

Ekim 2012

Çarşamba, Ağustos 22, 2012

Hasmane




Hayatları boyunca hiçbir şey için bedel ödememiş insanlardan, ne pahasına olursa olsun sevmek beklemek ahmaklıktır; aptallıktır. 

Hayatları boyunca (ki yaşadıkları uzatmalı kuvözantre balkon çocukluklarına hayat değil ömür demek yakışık almaz hayatları boyunca) bir öğün bile aç kalmamış insanların duyguları uğruna, çekilen ülserbaz acılara vicdani tepkiler vermelerini beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.

Hayatları boyunca başlarına gelen her ağlayışta safi makyaj ve göz etrafı kırışıklığı hesabı tutmuş insanların suretlerinde tarifi şiirsel gözyaşları bulabilmeyi beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.

Hayatlarının yegane sermayesi bencillik meşruyetleri olan insanların kelamlarından sadakat beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.  

Hayatlarında, varlıklarını kalben (güya) kutsamak için ürolojik umumiyetten gayri yordamı olmayan insanların bedenlerinden haysiyet beklemek ahmaklıktır; aptallıktır. 

Gündüzleri gecelerini, geceleri verdikleri sözlerin hiçbirini tutmayan insanların ettiği yeminleri şerh bellemek ahmaklıktır; aptallıktır.
Ahmaklığını deneyimleye doymayan, aptallığını gururla taşıyan bir insan olarak; selam olsun.

-Ağustos 2012

Pazartesi, Temmuz 16, 2012

Müphem



Kan çanakları çalınıyor kulaklarıma. Sessizliğin deliliğe güfte olduğu zamanların tam ortasında, bir kez daha ve bir kez daha vicdansızca nefessiz bırakılmış gecenin kökleri içime dolanıyor. Hava sıcak, odam soğuk; arzın merkezine gömülmüş kalbim alevler içinde kavruluyor. 

Hikayeler yazılıyor, okunuyor, okutuluyor hakkımda; hakkım olandan çok uzakta. Sebepler aranıyor, bulunamıyor. Bahanelere sığınılıyor, sığınakları gaz odalarına çevirmek için. Ve bulunuyor. Sudan, havadan bahaneler. Toprağa gömmek için, ateşten küreklerle; bir saf, şaşkın yüreği. Ve bulunuyor gereken bütün kelimeler, verilen sözleri yok etmek için.

Kelamına sadık kimse yok bu gecenin ölüp bitmişlikleri içinde. Çünkü. Çünkü, makamı mühim değildir, içinde ‘sevenle oyun olmaz’ güftesini barındıran bir bestenin. Bugün günlerden gece. Şaşırtıcı mıdır sanki bütün alçakça cinayetlerin karanlıkta işlenmesi? Yahut bütün korkak katillerin sırttan bıçaklamayı tercih etmesi.

İnanmanın yaşatmaya yetmediğine inanmak için daha kaç yüzyıl yüzü, sözü yara içinde kalacak insanın. Çok geç kaldım ben fark etmeye; soruları soran olan değil, olmayan sorulara cevap bulan değil, sade, sessizliğe sebep olan olmakmış makul ve menkul görülen değer. Kim kimin kalbinin tarlasını ateşe verdiyse, kim hangi günahın ardından gururunu eylediyse; hülasa her kim insan evladı bir diğer insana zulüm çektirebildiyse o kıymetli olurmuş. 

Kalanlar havanda söz dövmeye devam edecek.

-Temmuz 2012

Cuma, Temmuz 06, 2012

Yazık


Cebeci’de yürüyorduk. Bir kentin içselliğine vakıf olmanın tuhaf, modern-edebiyat egosal huzuru ile kadrolu muhafazakar sokakların katranertesi bakışlarından biraz, ki epeyce, ürkmüş biçimde, ama yine de inadına tadına el ele, yürüyorduk. Etrafımızdan insanlar geçiyordu. Şu, vicdanımız anonim mastürbatörler aradığında haklarında kıçımızdan uydurduğumuz acıklı hikayeler belleyip üzüleceğimiz kırışmış suretli ihtiyarlardan çoğunlukla. Ve dolmuşlar. Romantik-gerçekçi/şımarık edebi akımsallığın kullana kullana bitiremediği arabesk soylu kent toplu taşıtları. Kimi binalar da vardı muhakkak ama onları pek umursamıyorduk. Şehir genel-geçici kültürüne bulanmış şairaneliğimiz yalnızca yeri geldiğinde birbirimizi etkilemek adına kullanacağımız cümlelerin sponsorluğundan ibaret olduğu için, etrafımızdaki binaları da, içlerindeki hayatları da pek umursamıyorduk. Nihayetinde, bir diğerimizde bulduğumuz fiziki estetiğin döviz cinsinden karşılığı kadar ‘sonsuz’ bir parasal bonkörlük ve sevdasını yaşıyorduk. Ağzı biraz şiirebilen duygu banklerinden fazlası değildik ki, kendimize yeterince sinematografik bir bank bulduk.

Rüzgarın eylediği ağaçlarla uzun ve anlamlıymış gibi görünen bakışlar fiilleşip, makro-iktisadi rahatsızlıklarımızın nasıl da küçük insanın hakkında bizi fikren ve vicdanen meşru romantik rahatsızlıklara uğrattığından dem vurup, tam da o demlenmeyi önsevişmelere vurgunlayacakken, kadrajımıza giren mendil satan çocuktan sırf burnu akıyor ve bu durum bizim insana dair sularseller anlayışlılığımızı taşıran bir estetik sıkıntıya neden oluyor diye iğrenecektik. Elimi cebime attım. Filtreli fiyakamı yakacak bir çakmak bulmak umuduyla. O da yapmak üzere olduğum bu tiyatral tiryakilik hareketini fetişucuyla izliyordu. Kim bilir nasıl da mutlu, nasıl da dünyada başka hiçbir yerde, hiçbir başka kimseyle bulunmayı istemiyorduk o an; tüm mecburiyetlerimizi ve tüm bizi yanlarından reddiyelemiş insanları atarsak hesaptan. Aybaşı maaşına mecbur, rüyalarını mesai saatleri sonrasına ertelemiş ‘çaresiz’ insanlardan, nasıl da hiçbir farkımız yoktu. Elimdeki elini sıktım onun. Bu, ‘bak elim elinde terliyor ama dikkatini cezbederim ki bu denli duygusallığın içinde yine de otoriterliğimden katii suretle taviz vermiyorum’ sıkışına mütakip kısık sesli bir bakış attım kulaklarına: “İyi ki varsın.” (Çiftleşeceği geldiği zaman anırmak yerine manüplasyon yapan, düşünebilen ama düşüncesiz varlığa insan denir.)

Gülümsedi. Yapacak daha iyi bir şey yoktu. Aslında sırf yapacak başka bir şey olmamasından ötürü sıkılmaktansa yerine bile rollenmek, hallenmek daha mantıklıydı. “Sen de..”, dedi; maksadı önden tanımlı ses tonu ile. Hakkımız, yakıştırdığımız gibi fakir ama gururlu yayın evleri değil, olsa olsa boktan cast ajanslarıydı. ‘Bu lafı aklımdan çıkarmayayım; yazar kullanırım’, diye düşündüm. Son kertede o banktaki varlığımız rastgele ilhamların dönüp dolaşıp bizi bulması güzelliği kadardı. O zaman biraz da: heyhat! Olmayanı öykülemek değil, olanı olanı anlatmamaktı ya yalancılıktan sayılmayan; dürüstlüğümüze toz konmuyordu o akşam.

Gözlerine baktım. Ama ne bakmak. ‘Yakarım, Roma’yı da yakarım’ güfteli aptalca şarkıyı o bakışlarla söylesem gerçekten de İtalya Bayındırlık ve İskan Bakanlığı hakkımda son derece yasal işlemlere başlatmaya baştan meyyal olabilirdi. Bu çakmak çakmaklığın içinde, hiç de ön-uzun nefeslenmesine gerek duymadan, söze girdim: “Bak şimdi. Ben sana bu gece, sonraki gece ve sonraki gece ve sonraki gece zamanlaması hatasız hesaplanmış, sözleri bakımından tam raddesiyle ikonoklastik kalacak şarkılar yollayacağım; sevda sözleri uyduracağım bir sürü. Hepsi, bir diğerinden daha şairane olacak. Her biri birleşip devasa bir sebep bulutu olup çökecek yüreğinin üstüne, sen gel bana var diye diye. Ta ki, senden daha çok istediğim herhangi biriyle olma şansım gelene dek.”

Şaşırgan ama öfkesi önceden fırınlanmış bir çift bakıştan sonra, “ne diyorsun sen ya!” diye hiç de nazikçe olmayan bir biçimde haykırdı yüzüme. Devamında hadise-i dialog şöyle yaşanacaktı.

K: Sen kim olduğunu zannediyorsun be!
 E: Mevzunun o kısmını çabucak geçmeye yetecek kadar hızlı yön değiştirdi halin. Hem kimsem kimim. Bilmiyorum da. Fark eder mi?
 K: Nasıl yani!
 E: Diyorum ki, kendime biçtiğim değerden çıkacak bostan ürünlerinin çok fazla ehemmiyeti var mı nihayetinde? Bak, bir anda hatıratındaki bütün sanım unutulabildiyse adımın da önemi yoktur; seninki gibi.
 K: Ne saçmalıyorsun sen ya!
 E: Senin adın ne?
 K: Anlamadım?!
 E: Adın ne?
 K: …
 E: Aşkım, canım, ciğerim ve türlü diğer edilgenlerim dedim de, senin adın ne?
 K: Bu soruyla neyi amaçladığını cidden merak ediyorum.
 E: Ben de nihayetinde ciddi bir şeyden dem vuruyorum. Hadi, mademse, söyle, madem adın önemli değil. Sen nesin?
 K: Ben benim. Ve ben, bu saçmalıklarınla uğraşmak zorunda değilim öküz herif!
 E: Neğ kadar güzel. Şimdi sen ektiğin bu öküz lafından benim kafama takılacak şeyin bana herhangi biriymişim gibi davranman olmasını da fark etmeyeceksindir eminim.
 K: Aynen de öylesin. Benim kadar özel birinin yanında da işin yok!
 E: Özelsin.. Adından bile önce özelsin. Adını önemsetmeyecek kadar mesela. Özelsin. Gerisinde adın da önemli değil. Bak.. Zaten adının önemi yok diye, hakkında tüm bu aşk sıfatlarına serili samimiyetsiz kelamlar
.”


O. Onun. Adı yoktu. Adımın da önemi yoktu. Bir diğer anonim aşk öykünmesinden hallice öyküsüydük onunla. Öyküleyenin yapayalnızlığıydık. Ki bu hikaye tamamen gerçekti; bu hikaye henüz yaşanmamıştı**. ‘Ben’ her ne idiysem o gün; o sigarayı yakmadım, o banka oturup.
Bu yaşanmamış hikayeyse, yaşadığım hiçbir hikayeden daha az sahte değildi.

Temmuz 2012 

Pazartesi, Temmuz 02, 2012

Eski Notlar

Dolanlar Kadar
Merakımı gidermek de maksatlı insanlığa sormak istedim bir an, bu kemiklere zarar ve muhakkak anüs kristalizasyonuna sebep olacak soğukta, sırf günlerden resmi tatil diye alkollü anonimiyet sokağına vurgun olmak ne derece mantıklı? Ya da, böyle zamanlarda mantığın sınır ötelerine umuttrak operasyonlar yapmak anlaşılabilir midir? Kısaca, gönlün halini nötrlemek adına yapılacakların ne kadarı akıl zararı olmalıdır? Çünkü hava eksi çok derece ve ben çok sıkıldım be Ata’m. Ayrıca hava nedense çok derece, diye de soru-isyan yapamıyorum zira Dünya’nın En Güzel Arabistan’ının resmiyet bahçesi Betonkent’e gelmek de yine benim kararımdı. Ancak, o hadisenin üzerinden yeterince zaman ve yeterince daha kötü hadiseler yaşadığı için şimdilik Istanbulardı edilebilir; hadi yine iyiyim. 
Medeni pürmelalim beni yanıltmıyorsa, gerçekten de çok sıkıldım. Bıkkınarme haller alışkanlık dışı değildir pekala, ama.. neyse. 

-Ocak 2012

Kağıt Kesiği
Büro tipi yalnızlıklarla örülü olduğu gerçeğini ıraksayamıyor kent soylu aşkları plastikliğinden, her buluşmada havale mezarlara gömülen yüksek perdeden meblalar. Yerküre iyice küçüldü; herkes herkesle iştirak halinde. Bak, yan masa tamamen bu masanın eski sevgililerinden ibaret. Diğer masalar da diğerlerinin. Ve ortada dönen bu çok katmanlı ilişkiler ağıdan sağ ve sabit çıkabilenler kendi yalnızlık kuyularını arzın merkezine genişletmek derdindeler. İşin sevmek kısmı ipimle kuşağım iken, giyimler kuşamlar sevda sözleri ambalajlı ürolojik eylem planlarına gebe. Temiz ve şık kıyafetler, temiz ve şık mekanlar, temiz ve şık sohbetler, temiz ve şık ve yalnızca her iki tarafın da egosal galibiyetini hedefler uzunluktan sevişmeler, tertemiz, hatasız, kayıpsız, ‘başarılı’ ayrılıklar; eh birazcık da yavşak ve yılışık aşklar. İnsan, tuhaf bir döneme tanık olarak çağrılmıştır şayet şimdiki zamanı şimdiye denk geldiyse. Galiba batının meşhur, müphem öğretisi genel-geçerliliğinden, öyle-diyelim-öyle-kabul-olsuna evrildi; artık güzellik ve iyilik birbirinin sağlayıcı iki mefhum değil. Galiba, ve kuşkusuz, birleşitirip salıverme mevsimleri geri kaldı kaldı iki gölgeyi. Tıpkı fonetik estetikten geriye, ticari müzisyenlik derdine piyanonun mahremiyetini kendi egosunun sıvazına kurban eden puştların kalmış olması gibi. Süblim süblim arabeskleşen bir devrin, devranı yitik hikmet panolarıyız, belki de. Belki bu, yalnızca ardı ardına gelen iki harfin içerik olarak bu kadar çok orospu çocuğu barındırmasına şaşkınlıkla karışık isyan söylemi.

-Nisan 2012

Duyulmasınlık
Bildiğimiz dünyanın, bilmeyi yeğledimiz ve bir o kadar da hiç bilmemiş olmayı dilediğimiz kısmının, uykuya düşlemperver yatay oluşlara geçtiği saatler. Bügün, günlerden fark etmez (yine); bu hal, hallenmelerden kayda geçmeyen (yine). 

Lafları eğip büktüm ben hep. Lineer ve anlaşılabilir biri olamamaktandı çoğunlukla; yahut başka türlü yaşamayı edilebilmeyi düşünememek dahi. Uyuyamamaksızlığın hikmeti yapışagelmiş. Hayal etmenin mecrasından akacaklar, üşengen gerçekliğin yokuşlarını tırmanmaz ki denizlere dalsın. 

Merhaba. Ben, yeter miktar süreden sonra ‘ehh.. istedim yaptım; benden kıymetli mi ayol, peh!’ hikayesinin baş-yan-rolüyüm. 

-Haziran 2012

Çarşamba, Mayıs 02, 2012

Naçar Zenofobi


*Yerkürenin etrafında döndüğünü bütün fiziki realitelerin reddiyesi ile kabul bellediğimiz bu evrende, kuşkusuz pitoresk kelimesinin raddesi kadim yegane karşılığı kadındır.
*Kıtasal batının, batının doğusu, doğunun ortası diye kabul ettiği, ne doğulu ne batılı, irrasyonel ve tutarsız bir sosyolojik harmoni içinde debelenen, kendi resmi eğitimi tarafından onyıllardır ‘doğu ile batı arasında köprü’ olarak nitelendirilmeye gayret edilip de esasen kara ve sert ‘iki ucu boklu değnek’ gerçeğinden kurtulamayan bu çoğrafyadan ister batıya, ister doğuya bakılsın; kadının ızdırabı bakidir. Edilgenlik, erkekler tarafından, yine ‘erk’ hissiyatlar ile, atfedilmiş bir benlik özellemesidir, karşının cinsine. Şemali, şekli değişir belki ama esası asla değişmez.

*Kadın, doğuya gidildikçe hükmen yenik, batıya gidildikçe hükmen galiptir. En heroik halinde bile kadın, erkek üzerindeki (ki burada yine it gibi bir erkek merkezli algılayış vardır) ‘elde edilebilme’ zorluğu üzerinden nitelenir. Çünkü doğuda kadın salt bir metadır; yine de batıdaki kadar zorbaca değil. Hükmen galip olan batıdaki kadın. Yani, erkek cinsinin çevresinde pervane olduğu, yani vajinal kualifikasyonun diğer tüm insani özelliklerinin önüne geçtiği gerçeğine dayanarak ve bunun farkında olarak ve bunun ‘kıymetini bilerek’ yaşadığı zaman daralıklarında, kadın yine edilgendir.

*Değişen bir şey yok temelde. Çok para edecek dekolteli fikirleri yine genellikle erkekler yazıyor. Kadını evlere, mahzenlere, reklam söylemlerine yine erkekler kapatıyor. Kadın, meta; kadın, eşya. Ulaşılamazlığı, aksinden bile daha karşı egemen.  Edilgen kadın bir utançsa, diğer türlü fiziken erişilmesi mecrasında her yolun mübah olduğu bir ütopya. Her şey yine kadının kendisine dair olan değil, erkeğin ona biçtiği sıfat tamlaması esasında.

*Kadın, ister batıda, ister doğuda, ister istemez kabullenip kullanılmak zorunda bırakılıyor hala.
*Kadın, erkeğin karşısında, her ne şart ve zaman ve coğrafya söz konusu olursa olsun, bizatihi ‘insan’ olarak görülmüyor hala.

-Deniz
08.03.2012 

Salı, Mayıs 01, 2012

Küçük Adisyonlar

Anladığım ama anlamlandıramadığım şeyler var, çoktan ikili ilişkiler dünyasında. 
“Beni gördüğünde hangi maksadın alnından öpmek adına yüksek tavanlı kahkahalar atıyorsun? Kimse benden daha iyi bilmiyor senin gerçek gülüşünü; kimi ne ile kandırmaya inanıyorsun? Ne diye bu loca tavırları? Yürüyüp gittiğimde, ardımdan örnekleri ancak tribün dili ve edebiyatında bulunabilecek küfürler edeceksin üstelik. Eğersiz atlara dönüşüyor ellerin, aynı dört duvarın nefesini hisseliyorsak şayet. Söyle, bu kadar mı yok ettim vaktiyle seni de, ne zaman hayat bize habersiz bir karşılama sürprizlese gerçek bir hiç gibi davranıyorsun?

Etme. Hali hazırda seni yer yer özlerim bazen. Gözümün seyir defterinde yalnızca eskiden çıkarılmış başarısız bir mizah unsuruna dönüşme.”

-Deniz 

Perşembe, Nisan 26, 2012

Mikrotiryakip Roman


Uzun ve derin, ve az lafla çok şey anlatmak isteğini gerçekleyeceğini belli etmek isteyen, bir bakışın ardından, “nefesin kokuyor”, dedi. 
“Vaktiyle ciğerim yandı; ondandır”, dedim.
-Deniz

Pazar, Nisan 22, 2012

Kesif Ettirgen


Sigara süründürür
1. Carpe Praeteritum
Kendiyle dertli insanların yaşadığı üç farklı zaman dilimi vardır: Bir, ızdıraplarla, yaralarla, acılarla, terk edilişlerle, düşüşlerle, yıkılışlarla, felaketlerle ama kallaviyeti sorgulanamaz raddede kıymetli hatıralarla dolu di’li geçmiş olsun zaman; bu kabullenilmiş, en azından öyle gibi yapılmış, içselleştirilmiş, hakkında gerekli zihinsel yatırlar imar edilmiş ve fakat asla unutulmamış, unutulamamış süreler toplamıdır. Bir ikincisi, genellikle olmayacak duaya değil amin türbe yaptırılan gelecek zaman; dün geçmişin tozlu ve yağlı sayfalarında yine de okunabilen kalben enfeksyonist sözlerle doludursun, her şeyin farklı, ama çok farklı, olacağına dair muhteşem bir inançla düşlenkarlığı eylenmiş fikren güzel ve genellikle eyleme reel vakıfiyet noktasında noksan  kalan umutlar toplamıdır. Gelecek zamana dair gönülsel mollalık seyahatleri, devamlı olarak insanın kendini aşması, uç hayallerini gerçeklemesi, rasyonel olarak açıklanabilir bir mutluluğun ötesinde fiziki ve kıymeterkil değerler taşıyan anlardan ibaret sessiz düşünmeleri barındırır. Bir üçüncüsü.. vardır ki işte o rahatsız insan erkinin zihninde kör sondajlar eyleyen odur: Aradalılık çıkmazı şimdiki zaman. Gündüzü ve uykusuzluğu hep geçmişbaz anılar ve gelecektrak beklentiler arasında tüketmek. Her kelamı ya olmuştan ya da henüz olmamıştan açmak; “..öyle işte, ya, neyse haydi ben kaçayım” desibel tutarsızlığı içinde yaşayarak kapatmak. Bunların hiçbiri bir diğerinden üstün de değildir. Ne geçmiş geride bırakılabilmiştir, ne şimdi doğru düzgün yaşam kılınır, ne de tüm bunlar arasında adam akıllı bir gerçek inşasına fırsat kalır. Esasında tüm bunların, her şeyi düzene sokmaktan gayri bir çıkışı daha vardır; sokmak düzene, her şeyi. Salt delilik hali. Hesap verecek hiçbir kendi-birinci tekili bırakmamak. Kendiyle yeterince derdi olan delirir; dertleri çoğunlukla üçüncül tekil sponsorluklardan ileri gelen ise; yani, gidip delirememek adıyla blog açar.


2. Nüktedan İmge


Eski çamlardan bardak olur, diye deyişi; icabında cami ile kışlanın el ele verişine şahitliği olmuş topraklarda, şahsi insan ilişkilerinin yavşaksal geçişkenliğine şaşırmak da, hadi, benim toyluğum olsun.
3. Kısa Tarih Notları


Öldürmeye üşendiğini eşek suyun içine DSİ sıçana kadar süründürmek 90’larda, hem resmi hem kontrmemuriyet olgular üzerinden yürütülen bir devlet politikasıydı. Ve 80’lerde, ve 70’lerde, ve 60’larda, ve 50’lerde, ve 40’larda ve mesela şu anda.


4. Açık Mektup


Başına getirdiğim hiçbir şeyi hak etmedin; başına gelen bütün mutlulukları hak ediyorsun. -(Vicdanen Kısaltılmıştır)-
-Deniz 

Cuma, Nisan 20, 2012

Veham Söylemler


Okur yazar, tahsilli ve yalnız bir çiftin neticesi olmanın ileriye dönük en büyük sıkıntısı günün birinde okur yazar, tahsilli ve yalnız birine büyümsemektir.

Merhaba, Dünya'nın En Güzel Arabistanı'nın başabelakentine bahar esameli, yazdan aromalı günler uğramıyor, halen daha. Saatlerden gece, sayısal karşılığının önemi yok. Ben diyeyim günlerden resmi tatile az kaldı, siz düşleyin bu gecesabahın akşamına gebe katmer-promil muhtemeliyatların önemli bir çoğunluğu önsevişme içeriyor. Uyuyamıyorum; bir şeylerin canını yakasıya dertliyim ki ikisi arasındaki bağlantıyı boş kalmasın diye alkole boğmak gibi post-ergen alışkanlıklarım vardır. Uyuyamamanın eşisıra reflüperverim, bir de gastrit var, bir de ülser. Şayet kahve de içiyor olsam adeta öylesine modern belediye vatandaşı olurdum ki.

Kafam diyor ki, akıl ve aşk birbirine çevrilmesi çok güç iki farklı dil ile konuşurlar. Kafam diyor ki, akıl faydanın metrajına bakar, aşk ise değerin lirikliğine. Kafam diyor ki, 'delilik' ancak paylaşılmamış anlamlara verilebilir bir addır. Delilik paylaşıldığı zaman delilik olmaz, kolektif yalnızlık olur. Yani kafam diyor ki, kimseye anlatılamayan dertlerin dermanı olsun diye (bile) değildir aşkın hayata tansiyon üstünlüğü ve akıl karşısındaki hükmen malubiyeti; aşk deliliğin bizatihi kendisidir zaten. Çünkü aşk adi, puşt, acımasız ya da insafsız mıdır bilinmez ama şüphesiz şahsi bir meseledir. İnsanın bütün oluş hallerinin en bencilidir belki de aşk. Sen, onu çok seversin. O, çok sevilir, senin tarafından. O edilgendir, yar bellenmiştir, belleği kayıp şimdiki zamanlarda, senin tarafından. Sen seversin. Cümle bu kadar kısadır aslında. Senin ne kadar sevdiğinin dozajı da mühim değildir. Sen seversin. Romantik bağ fiiller üzerinden ömür tüketen ve şu kelama aykırı gitmeye her zamandan hazır olana da açık bir biçimde sorulabilir: Sen. Çok seviyorsun, uğruna ölüyorsun, hakkında denizler aşıyor, dağlar parselliyor, çöllere kafa tutuyor, adisyonlar kapatıyor, kendi paralıyorsun ya, pek muhterem sen pek muhtemel Mecnun'sun ya. Sen Mecnun'san, bu kaçıncı Leyla?


Kafam diyor ki, bu aşkı recmetme çabası değil. Sen sev onu; o da sana karşı boş olmasın. Çift olun, çiftleşin; bireysel delilikleriniz size bakidir. Sevmek ilhak edilemez. Zaman, yaşamak üzerinden, bir olur, birden fazla insanın hikayesinde.  Farklılıktan uyum değildir sevmek hali. Aşk, birinin abuk subuk taraflarını da sevebilmektir; içselleştirmek değil. Hülasa aşk, plastikarme bir şiirsellikle birbiri içinde olmak da değildir. O yüzden evvela şu derin yanlış redakte edilmelidir. Öykünmenin, takdir etmenin yeri yoktur bu öyküde. İnsanın kendinde yoksun gördüğünü bir başkasında bulması aşk değil, travmadır. Hatıratım der ki, hiçkimsenin ama hiçbir zaman ve hiçbir şekilde canını yakamayacağından emin bir kadın vardı. Sevildi mevsimler boyu. Terk edildi bir gün. O gün, o kadın, öldü. O günden beri o kadın kendine dair ne varsa paramparça etti. Şekli değişti, şemali değişti, kelamı değişti. O kadın, sahip olamadığını olmaya karar vermişti. Günümüzün çoğu aşkımtrak hikayesinin esası budur işte. Televizyon çağı çocukları. Hepimiz, sanki sürekli yetersizlik hissine sponsor bir dünya kafi değilmiş gibi, aslında iyi niyetli, ama hep ötelenen, oyuna bir türlü kabul edilmeyen, yalnız, ırak, gururlanacak pek az şeyi olduğu için yer geldiğinde (yani genellikle) ne kadar can yakabildiği ile gururlanan bir ülkede doğduk; bir türlü doğru düzgün büyüyemedik. Noksanlığı vurulmuştur yüzüne çoğu iyi niyetin buralarda. Kaçış, kendi'den büyük ve daha değerli bir eş içinde kaybolma özlemi biraz da bundandır. Ontolojik ya da pornografik arzuları, daha önce binlerce kez eskitilmiş cümlelerle kaplayıp, rüzgarda bilinçli savrulmaya aşk deniyor bu yüzden. Tüm bunlar olurken, akıl, fikre ve bedene durmasını emreder gerçek aşkın karşısında. Bir jenerasyonun kalben kompleksli ya da aklen menapoz olmasının sebebi de neticesi de aynıdır.

Okur yazar, tahsilli ve yalnız bir birey olmanın boktan yanı yani, şu saatte uykuyu bünyeye çok görmektir. Epeyce bir miktar da kırılganlık elbette. Kalbin eşref saati geldi ya, neşteri çekmek de aklın görevidir; ne kadar hızlı, o kadar sıcak. Öldürgen zamanlar bunlar. Aşk ise örgütlenmektir en sade ve metaforel anlamı ile. Bu açıdan bakılacak olursa, ne çok 'aşk' hikayesi Türk solunun veham belleğine benzer.

Pazartesi, Mart 26, 2012

Krank Hali

Akşamı gündüzden kararmış, kalbi fikrine gömülemeyen, düşünceleri nikotine dirayetsiz bir zamandı. Çekincel bir incelikle dokumaya çalışıyordum aklımdan dökülecekleri. Vazoyu yanlışlıkla kırmış ve annesi karşısındaki ifadesiz durmaya çalışan çocuğun, devrisi yaşlarda çok promilliyken yine annesi tarafından gelen bir telefonu yanıtlamadan önceki endişeli haliydim. Ki bilinir, içmek cesaretin yelkenlerini suya indirir. Oysa ben korkuyordum. O kadar çok içmiştim işte; miktarı mühim değil. Dilimin dolanmasından, söyleyeceklerimin ustaca işlenememiş dolanlar olarak anlaşılacak olmasından ürküyordum. Bir derdim vardı, belli ki anlatmadan edemeyeceğim; zaten dert olmadan içilse kahkahalar yankılanırdı şimdi beton gibi bir tıkanmanın olduğu yerde. Ben bunların hepsini hatırlayacak, hatırlayınca utanacak ama yine de yazacaktım. Ben, korkuyordum hatırlayacaklarımdan çünkü ağzım Sibirya bir ilham kokuyordu. Ve insanlar yalanları sponsoru olarak biliyorlardı alkolü. Ben gerçeği bile toparlayamacak kadar sarhoş ve birkaç saat sonra yakinen incelemek zorunda kalacağım fayanslar kadar sahiydim o esnada. Konuşmak istiyordum. Hiçbir sözü yalana banıp dolandırmadan, sade konuşmak istiyordum. Belki bütün çekincelerim hakkında haklı çıkacaktım ve yine, alışkın olduğum gibi, haklılık mutluluğa öncül olmayacaktı ama konuşmalıydım. Çünkü daha, “yoruldum” demenin düpedüz şımarıklık olacağı bir yaştaydım; benim o mavi limana çıkmam gerekiyordu.

Lafı uzatmamak gerekirse: hepimiz (tuhaf ve bir şekilde) yalnızlığın fetişine ironik bir biçimde tav olma durumundan vazgeçmek istemiyoruz. Sonra, hatırlıyorum, sınıfta bir kız vardı. Bir tane ve on dokuz tane daha, ama işte onlar işin dahasıydı; esas oğlan belli olmasa mevzu bildiğin masal olurdu. Ama öyle ben senin bildiğin masallardan olmazdık. (O kadar yüzyıl önce nereden buldularsa gymnasyumu. Bilmem. Ama Sindirella’nın, adı Mesut olan, ve yakın arkadaş çevresince kısaca Meso diye anılan epey steroidtipik biçimde saçları dökülmüş, bir body-building hocasıyla çalışan bir erkek arkadaşı olsa bence kalan on dokuz şaşırmak yerine imrenirdi. İmren diye isim bile var neticede. Sonra bu masallarda hep mutlu son vardır. Hiçbir masal menapoza kadar sürmüyor netekimde.) Ben bir masal yazacaktım ama divit ucum fazla kalın kaldı. Hadi dedim, masal değil de dümdüz şiir yazayım. Bu sefer de o kadar anlaşılır kaldı ki yazdıklarım, Tarlabaşı yokuşunu tırmanıp Pera’ya varamadı. Bence kaldırım taşlarının altında kumsal var oğlum. Tek kale maç da yaparız hem. Yenilmenliklerin alayı alnımıza yazılır. Hadi bana estağfurullah.

Lafı uzatmamak gerekirse: Size yalan söyleyemeyecek kadar alkollü olan insanlara izin verin; anlattıkları içmekten değil, içlerinden gelenlerdir.

Pazar, Şubat 19, 2012

Hoşdere


Eli sevmediğinin elinde ama yine de mutlu-imiş-gibilerde bir adam gördüm; ki esasında çocuk. Adamlık, oğlanlığın kabuk bağlamış haline deniliyordu ya yaraların metrajından ötürü; işte o çocuk yanlışı yapıyordu çok dosdoğru bir zaman aralığında. Yanlış yer ve belki de yanlış zaman ama kuşkusuz doğru insan yoktu, doğrulayacağı yer ve zamanda her bir tekil şeyi. Yüzü gülüyordu o çocuğun; ah bizim yalanbaz yalnızlığımızın korkusu. Gördüm; sevmiyordu. Hayır, sevemiyordu elini tuttuğu sevmediği ama yine de yüzü gülüyordu bir şekilde; o esnada gözleri gece sessizliği.

Arkadaydım ben. Arka koltuğunda düşüşlerimden bir diğerinin. Seyresine dalmıştım izlemenin bir semt içine gömülü hayallerimin; çoğu çoktan ve yoktan yitik. Bir yere gidiyorduk, yol üstü diyeydi, geçip gidecektik ve ben kalacaktım çakılı; adı mühimdi, sanından çok daha fazla. Yine uğruna sarhoşken ağlanıp, ayık kafayla redakte yalanları düzülecek bir akşamın (ki gece) uğru uğrunası yine (ve evet, yine) bir kişi hakkındaydı. Bir semt, bir kent, yahut bir diğer yaşayılamamış gençlik öyküsü; hepsi ve hepsi yaşamayı edilgenliyebilmiş hakkındaydı. Bir diğer akşam, yıllar sonra, hala o’nun hakkındaydı. Ciğerimde bıçaklar doğranırken ben, lafları bulamadım hakkında edecek o’nun. Hala o’nun hakkında laf etmeden önce kelamın yetersizliğinden korkuyordum, bunca mevsimler sonra bile. Yalana, dolana lüzum yok; seviyordum. Ben, adını bir zamir ile yazarken bile tırnak işareti acaba fazla mı samimiyetsiz kaldı, hakkında düşünecek ve bu düşünsel endişenin yekpare filizini içimde ormanlar edecek kadar, yerden göğe kadar, kalbimden fikrime kadar, ne kadar varlığım varsa hepsi armağan olsuna kadar, yani çok, ve sade, ve sevmek mefrumunu başka hiçbir varlığa yakıştıramayacak kadar, çok, ama çok, seviyordum.

Pazartesi, Ocak 16, 2012

Iraksak Bir Akşam


Sonrası olur masal için fazlasıyla Samatya olmayan bir semtin, ki hava sancıyordu, en azından tahta damlı olması gereken otobüs durağında duraduruyordu damsız ile gamsız. Birbirlerinden haberdar olmayaları iki ömür geçmişti. Tek eksikleri onları hafif sol ve çok da geniş olmayan açıdan çekecek kameralardı; herhangi bir sanatın tografisi olabilmelerine yetecek. Tan vakti tandanslı bir akşamın uzatma dakikalarına tekabülmeye eğriyen saatte; hiç tanışmamışlardı bugüne kadar. Karşılaşmışlıkları, yaşanmışlıkları ve dolayısıyla ölünüp bölünmüşlükleri, müşkül hatıralardan mütevellit günleri yoktu. Uyrukları dışında tamamen iki yabancıydı damsız ile gamsız birbirine. Belki bir tanesi kelimelere takmış, bir daha da o kancayı hiç koparamamış bir deli-gibisiydi; belki diğeri yalnızca karanlığa alay sokak lambalarında görülen partiküllerini, suratına temas etmesi ile kutsayan bir güzellik. Belki, bir tanesi o esnada belkili hallere dalmıştı yine, yeniden, yenilmeye. Belki, belki kelimesi kameraların durması gereken o açının tam zıttı yönünden diğerinin suretini aydınlıyor diye, bir tanesi belkilere ne anlamlar sırtlatıyordu o anda. Kesin olan bir şey vardı ama; ikisi de gençti. Biri bariz, diğeri hala. İkisi de güzeldi. Yalnızca annesi tarafından güzel bulunan bir çocuğun çirkinliği ile bütün dünyayı peşine takabilecek o ancak teolojik olarak açıklanabilir göz alıcılığın tam ortasında, yani tam da olması gereken ayarda, güzeldi ikisi de. Biri bariz, diğeri hala. Gündelik ve ticari dertler dünyasının, hiçbir kooperatif çabanın ne çiçek ne de gayrimülk ile neticelendiği bir ülkesinde yaşıyorlardı. Yaşıyorlardı; biri bariz, diğeri hala. Annelerinin paketlediği, alüminyum folyoya sarılmış orta halliliklerinin tadı kalmıştı ağızlarında ve demirden yolların özlemi biraz da; mevsim iyice geç olmadan. Hiç tanışmıyor olsalar da, hayatta ya hep yalnız, ya hep yanlış kaldıkları ifadelerinden, ifadesiz kalmaya beygirlenen hallerinden, belli oluyordu. Belki biri henüz yollara düşemeyecek kadar küçüktü; diğeri yollara yıllarca geç kalmış yaşındayken. Sırf bir durak denk gelişi diye kesilemezdi ya, hayallere kesilecek birleşmiş milletler biletleri. Yine de sancıyan hava mono kanal oksitli karbonun yanı sıra biraz da düşlemek taşıyordu içinde. Tan vakti tandanslı bir akşamın uzatma dakikalarına tekabülmeye eğriyen saatte, havada çok fazla çaresizlik vardı çünkü. Yeganenin sevinci, damsızın düşünce balonunda giderek ağaran öykünün, örneğin mesela, hala sevmek ile ilgili oluşuydu. Ki sanılamıyordu gamsızın dert renkleri skalasında böyle bir kızıllığa rastlanması. Şayet kara katran yol bir tahmin yürütseydi, belki de barizin ilanı olacaktı. İkisi de hiç gerçekten sevişmemişti belki; biri bariz, diğeri hala.

Ya da tüm bunlar sade bir afyonlamaydı göğüs kafeslerine saplı cenbiyeleri yok saymaları için. Genç, güzel ve üstelik hiç tanışmamış iki pekkimsesizdiler. Yaralıydılar; biri bariz, diğeri hala.

Pazartesi, Ocak 09, 2012

Kar Damarı Fayları

Kar yağışı hakkında olabilirdi mesela. Karasal bir plan görüntüsünün oldu olabilecek en, ve muhtemeliyatı kuvvetlere gebe ki tek, güzel beyaz dengeli hale bürünmesi hakkında. Gece de yaratıcı bir konudur. Yahut, kar yağışına eşlik oluşabilecek ihtimalli bütün kedi üşümelerinin kimsede yaratacağı vicdani halter kaldırımı ila yazmayı tamamen bir gelesiye zamana rötarlayıp kaldırımlarda yürümeye yüz vurmaya kadar pek çok yaratıcı ve yardırıcı konu olabilirdi. Biraz da bu yüzden binaların merkezi ısıtma sistemleri ve ya Paşabahçe’nin yıllık cirosu hakkında yazmamak güzel kar yağıyorken. Kar dinginliyor gibi duruyor şu pencerertesi devranı. Kar yağınca, sanki, fotoğraf oluyor dünya; kalıyor öyle olduğu ve olması düşlendiği üzerenin neredeysesi halinde. Bir de bu anonim mutluluk lapalapası gece, çoğunun uyuduğu, azının uyanabileceği bir gecenin en kör ve karanlık dakikalarına denk gelmişse. Makine gürültüleri ironiperver olur o zaman; huzur verir. Bir hastanenin havalandırma sisteminin uğultusu gibi; ki çok yaratsız edici olması gerekir diye de değil ama tuhaftır, sevinç değilse de, içten içbükeye o hafifleme. Bazen ‘tuhaf’ da güzeldir. Kar yağışı ile bakışıyoruz bir süredir; bence o da bana karşı boş değil. Hani, yerkürenin heri bembeyaz olmuş hissiyatı vardır ya, sanki bütün sapa yollar bile nazikçe bekaretlerini geri almışlardır; kar, ayak izlerini, bacağım giresiyeciye bomboş sözlerin her niyeyse dialoglara sebep olduğu ve her yalandan dialog gibi bu da yürünerek yapılsınlara hemzemin olmakla mükellef olmuş toprağı yeniden, o beyaz, o temiz tablo haline getirir. Kar, doğayı kendine getirir, bütün insani yol sendromlarını kendi nazik kot farkına gömerek. Ki, kar esasında ilk’li zaman diliminde yalnızca bir yenilikti benim düşlembaz serüverimde. Kar, alışkanlık ötesiydi; yeniydi, tadılmamıştı. Hakkıdır farkına tapan, kar ne güzel şeydir ulan idi. Sade sürpriz değeri güzelliğinde natur ama mort olmayan gök hediyesi. Tamamen bir estetik bekaret kemeri. İddiasız ama çok güzel. Sonra zaman diliminde, ki sonra zaman dilimi insanın ota boka belirli gün ve haftalar anlamı yükleme lanetinin anavatanıdır, kar üzerine düşünülür oldu. Kar güzeldi, güzel kalması yeterdi, gereği düşünülmeyeydi de varlığına devam ederdi. Ama kar, düşünüldü. Soğuk diye de değil. Bir tek kar üşütmez zira. Daha da sonra, kar yağışı bir cinnet bozumu bile oldu. Fecr-i küfür, çoğunlukla alay ile karışık, saatlerde kar yağmıyordu ama kar orada duruyordu; bilinen her şeyin ortasında, gereğinden çok daha metropol ve betonarme yaşanmışlıkların tamamının ardından nefes almaya yeltenen bir kentin, insan aklının kendisinin. Sonra’lı zamanların, ki bütün sonralar sonu hariç geçmiş olsundur, sonunda varılan şimdinin adına kar yağıyor. Öyle böyle değil tadında üstelik. Sanki bulutlar dökülüyor göğün yüzünden. Şimdi kar var ve kar şimdi, huzur veriyor. Kar yağdıkça yollar, ayakların kirli izleri kayboluyor. Kar yağdıkça ışıklar yükseliyor, gecenin o en kör ve karanlık zamanında.

Mesela binaların merkezi ısıtma sistemleri ve ya Paşabahçe’nin yıllık cirosu hakkında yazmamak bu yüzden de güzel. Kar, vazgeçmemeye mühüradım bir kalp gibi inatla ve ısrarla ve hala ve hala lapa lapa yağıyor. Saatlerden gece. Bu gecenin sabahı uyanmak öykülemeye sebep olacak, diye mesela. Kar yağışı hakkında yazmak güzeldir mesela.
top