Pazar, Kasım 25, 2012

Kasımlar Dolusu

Fersah fersah içbükey, iç içine sığınamayan, şarabı sonbahardan ötürü umutlar bakıyor gözlerim seni, senin hiçbir şeyi görmediğin günlerde. Günler diyorum günler, seni bana öyküleyen, beni bize masal eyleyen güzel ve safran günler. İnanır mısın, ki beni biraz tanısan hiç inanamazdın, güneş katran doğmuyor senden beri. İnancıma balans ayarı çektim; yelkenlerini sana foralıyor bütün pusulalar. Vira sevmek seninle bütün öğleden sonralar.

Halinde, ahvalinde milenyumlar dolusu lir var, gibi gelir bana. Öylesine hafif ki adımlarının güzelliği, yapılmaz, onulmaz geliyor bana sen olmadan güneşsiz günler. Kimi zamanlar, kahvenin yalandan arkadaşlıklara güç verdiği saatlerde genellikle karşılaşıyoruz. Gölge etmeyen seslerimiz kavuşuyor sanki bütün yolların ortasında. Sen, nihayet efendiliğimi bozmama sebep; hep bir anda çıkıyorsun karşıma. Farkında bir olsan aslında şu uçuşkan naifliğimin, göreceksin. Evet göreceksin yolun başında biri var seninle varışsız yolları şiirlerle yürümek isteyen. Saçlarının dağılışıdır çünkü gündemin rüzgarlarından fırtınalar eken aklıma. Bütün uzaklar yakın; bir tek sana doğru yolsuzluğumu aklayamıyor aklım.

Fiilerimi, garipliğimi es geç; dik beni en sevdiğin kıyafetinin üzerine ki tanış olalım. Marşlar yazılsın hakkımızda, adlarımız kentlere verilsin, nesiller ve meydanlar dolusu haykırılsın öykümüz ve yine de bizim bizden başka gayemiz olmasın. Çok mu şey diliyorum diyorum bazen, bazen ülser oratoryoları bağırıyor ayılar ardımda. Ben ki, modern zamanlar şovalyesi, flanör aşkları gereğinden meşhur, şovenist şiirler dilbazı, endişesizlik abidesi; seninle karşılaşmalarımın her bir defasında hanım hanımcık bir herife dönüşüyorum. Şarkılar dolusu gülümsüyorum içimin bahçelerinde. Bu ilk değil; ama son olsun dileğidir. Senden bu yana daha da mutluluk aranmasın diye.

Kasım'dan herhangi bir gece, ki sene 2012.

Cumartesi, Ekim 06, 2012

Diyelim

Olanlar içinde en fenası can sıkıntısıdır, diye lafa girmeyi istiyordum. Felsefik bir yanı varmış gibi duran sözlerle ortamda ön plana çıkmak değildi amacım. Aklıma başka herhangi bir mantıklı cümle gelmiyordu sadece. Olmayanlara gelirsek, zaten onlardır olanların en fenasına sebep, diye de sürdürebilirdim aslında ama birkaç dakika önce Barış’ın ettiği bir söz bu ve benzeri şeklinde gelebilecek her lafın damarını kesmişti. Fikren gebeş, fiilen çok entelektüel dost meclisimizde yazmak mefhumu ve ‘doğru’ yazarlık nedir hakkında bitmek bilmez olacak bir tartışma sürüyordu ki, Barış lafa girdi ve “abi, süsten püsten uzak olmaktır mevzu. bak ne demiş şair. ruh şarabı gördü üzümden önce. benim daha bir şey anlatmama gerek yok sanırım” dedi. Hayvanın çocuğu, it oğlu it, göt busesi Barış böylece sırtını adını bilmediği Melih Cevdet Anday’a dayamış ve aslında hiçbir şey anlatmadan ‘daha bir şey anlatmama gerek yok’ seviyesine ulaşmıştı. Kuşkusuz bu fiyakalı lafa verecek cevabı olan cevval çocuklar tribünü olarak biz de oradaydık ama Barış’ın ortamdaki kızların üzerine dev bir feromon bulutu gibi çöken lafı giderek betonarmeleşiyor, adeta kanuna dönüşüyordu. Bu durumda şayet kızlar olmasaydı çok samimi ve içten biçimde “Barış, siktir git gözünün çeperine edeyim” formunda gelecek reaksiyon da haliyle doğarken ölmüştü. Neden ses edememiştik? Çünkü Barış kadınlar locasını yanına çekmişti? Barış bunu nasıl yapmıştı? Çünkü çok slogan bir laf etmişti. Bir de, Barış yakışıklıydı. Bütün argümanları da bu fiziki estetikten payını alıyor, hükmen doğru oluyordu. İçimden, “ben böyle sosyal konjönktürün belini kırarcasına..” diye küfretmeye başlıyordum ki boşverdim, bir sigara yaktım. Çay sevmiyordum o yüzden kuru gırtlak diyetine devam, suskun ve gösterişsiz halimi sürdürdüm. Yaşadığım ülkede çay sevmeyen, çaya karşı her zaman mesafeli duran, her türlü tekel harcaması ve icabında uranyum zenginleştirmeye bile para bulabiliyorken bir tek çaya ödenen bedele acıyan, çayı bir bardak dolusu kaynar manasızlık olarak gören tek kişi bendim. Çay sevmemem yetmezmiş gibi bir de yakışıksızdım. Allah benim belamı versindi. En azından Cansu için öyleydi. Bazen, bazı yerlerde olur; hiç karşılaşılmak istenmeyen biri ile aynı masaya oturulur. Tamamiyle yalan ve samimiyetsiz haller hatırlar soralım fasılları peydahlanır; hiçkimse de burnundan kıl aldırmaz. Bu, biraz da insan burnunun kıkırdak ve deriden mütevellit olup tereyağı olmaması ile alakadır. Hoş, Cansu bütün olarak tereyağı olsaydı kendisini büyük bir memnuniyetle, yanıp simsiyah ve pis kokulu bir lavabo ızdırabına dönüşene kadar kızartırdım. Bu durumda soğanlar değil benim hayallerimdeki evin panjurları pembeleşirdi. PVC’lerle dövesim olan Cansu’ya, ideolojik olarak kadına şiddete karşı olduğum için kafa atamıyordum, bir de aynı masaya oturmak zorunda kalmıştık. Hay Allah binbir bela versindi. İlk sigara bitmeden ikinciyi yaktım. Yakılan ikinci sigara günün otuz yedinci sigarasıydı. Can sıkıntısı insanın içini köreltir, bol miktarda nikotin tükettirir ve bu şekilde bireye zarar verirken devlete katkı sağlar. Devlet çok zeki bir yapı olduğu için meşgul tuttuğundan da, canı sıkılandan da bir şekilde faydalanır. Allah devletimize zeval vermesindir.

Dayanamadım bir süre sonra, attım kendimi yollara. Birkaç “abi otursaydın daha” ile aklımı çelmeye çalışan arkadaşlara, uğruna yardımlaşma vakfı açılabilir bir gülümseme ile “yok, ben gideyim” dedim. Yoldayken günün kırk altıncı sigarasını yaktım. Demek ki günün başında üç paket sigara alarak akıllılık etmiştim. Eve varıp tüm bunları yazsam mı acaba diye düşünürken, ev arkadaşım odama gelip “abi sikicem hatasız kul olmaz’ını ama! yeter lan!” diye bağırdı. O bağırmasını bitirdiğinde Hatasız Kul Olmaz sekizinci defa çalıyordu. Ona dönüp, “sen içerde tost yaparken savaş çıktı” dedim. “Hadi ya..” dedi. Sonra gitti. Elektriklerin kesilmesinin, tam da sigara stoğumun bitişine denk gelmesi ve benim yarıda kalan şarkıya mı, biten sigaraya mı, yoksa çıkan savaşa mı söveyim diye düşünmeme yaklaşık on dakika vardı. Canım çok sıkılıyordu; kalan son sigarayı yaktım. Olanların içinde en fenası can sıkıntısıydı. Allah can sıkıntısının belasını versindi.

(Peşin peşin: http://www.youtube.com/watch?v=jY8Lxf4Uf-E)

Ekim 2012

Çarşamba, Ağustos 22, 2012

Hasmane




Hayatları boyunca hiçbir şey için bedel ödememiş insanlardan, ne pahasına olursa olsun sevmek beklemek ahmaklıktır; aptallıktır. 

Hayatları boyunca (ki yaşadıkları uzatmalı kuvözantre balkon çocukluklarına hayat değil ömür demek yakışık almaz hayatları boyunca) bir öğün bile aç kalmamış insanların duyguları uğruna, çekilen ülserbaz acılara vicdani tepkiler vermelerini beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.

Hayatları boyunca başlarına gelen her ağlayışta safi makyaj ve göz etrafı kırışıklığı hesabı tutmuş insanların suretlerinde tarifi şiirsel gözyaşları bulabilmeyi beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.

Hayatlarının yegane sermayesi bencillik meşruyetleri olan insanların kelamlarından sadakat beklemek ahmaklıktır; aptallıktır.  

Hayatlarında, varlıklarını kalben (güya) kutsamak için ürolojik umumiyetten gayri yordamı olmayan insanların bedenlerinden haysiyet beklemek ahmaklıktır; aptallıktır. 

Gündüzleri gecelerini, geceleri verdikleri sözlerin hiçbirini tutmayan insanların ettiği yeminleri şerh bellemek ahmaklıktır; aptallıktır.
Ahmaklığını deneyimleye doymayan, aptallığını gururla taşıyan bir insan olarak; selam olsun.

-Ağustos 2012

Pazartesi, Temmuz 16, 2012

Müphem



Kan çanakları çalınıyor kulaklarıma. Sessizliğin deliliğe güfte olduğu zamanların tam ortasında, bir kez daha ve bir kez daha vicdansızca nefessiz bırakılmış gecenin kökleri içime dolanıyor. Hava sıcak, odam soğuk; arzın merkezine gömülmüş kalbim alevler içinde kavruluyor. 

Hikayeler yazılıyor, okunuyor, okutuluyor hakkımda; hakkım olandan çok uzakta. Sebepler aranıyor, bulunamıyor. Bahanelere sığınılıyor, sığınakları gaz odalarına çevirmek için. Ve bulunuyor. Sudan, havadan bahaneler. Toprağa gömmek için, ateşten küreklerle; bir saf, şaşkın yüreği. Ve bulunuyor gereken bütün kelimeler, verilen sözleri yok etmek için.

Kelamına sadık kimse yok bu gecenin ölüp bitmişlikleri içinde. Çünkü. Çünkü, makamı mühim değildir, içinde ‘sevenle oyun olmaz’ güftesini barındıran bir bestenin. Bugün günlerden gece. Şaşırtıcı mıdır sanki bütün alçakça cinayetlerin karanlıkta işlenmesi? Yahut bütün korkak katillerin sırttan bıçaklamayı tercih etmesi.

İnanmanın yaşatmaya yetmediğine inanmak için daha kaç yüzyıl yüzü, sözü yara içinde kalacak insanın. Çok geç kaldım ben fark etmeye; soruları soran olan değil, olmayan sorulara cevap bulan değil, sade, sessizliğe sebep olan olmakmış makul ve menkul görülen değer. Kim kimin kalbinin tarlasını ateşe verdiyse, kim hangi günahın ardından gururunu eylediyse; hülasa her kim insan evladı bir diğer insana zulüm çektirebildiyse o kıymetli olurmuş. 

Kalanlar havanda söz dövmeye devam edecek.

-Temmuz 2012

Cuma, Temmuz 06, 2012

Yazık


Cebeci’de yürüyorduk. Bir kentin içselliğine vakıf olmanın tuhaf, modern-edebiyat egosal huzuru ile kadrolu muhafazakar sokakların katranertesi bakışlarından biraz, ki epeyce, ürkmüş biçimde, ama yine de inadına tadına el ele, yürüyorduk. Etrafımızdan insanlar geçiyordu. Şu, vicdanımız anonim mastürbatörler aradığında haklarında kıçımızdan uydurduğumuz acıklı hikayeler belleyip üzüleceğimiz kırışmış suretli ihtiyarlardan çoğunlukla. Ve dolmuşlar. Romantik-gerçekçi/şımarık edebi akımsallığın kullana kullana bitiremediği arabesk soylu kent toplu taşıtları. Kimi binalar da vardı muhakkak ama onları pek umursamıyorduk. Şehir genel-geçici kültürüne bulanmış şairaneliğimiz yalnızca yeri geldiğinde birbirimizi etkilemek adına kullanacağımız cümlelerin sponsorluğundan ibaret olduğu için, etrafımızdaki binaları da, içlerindeki hayatları da pek umursamıyorduk. Nihayetinde, bir diğerimizde bulduğumuz fiziki estetiğin döviz cinsinden karşılığı kadar ‘sonsuz’ bir parasal bonkörlük ve sevdasını yaşıyorduk. Ağzı biraz şiirebilen duygu banklerinden fazlası değildik ki, kendimize yeterince sinematografik bir bank bulduk.

Rüzgarın eylediği ağaçlarla uzun ve anlamlıymış gibi görünen bakışlar fiilleşip, makro-iktisadi rahatsızlıklarımızın nasıl da küçük insanın hakkında bizi fikren ve vicdanen meşru romantik rahatsızlıklara uğrattığından dem vurup, tam da o demlenmeyi önsevişmelere vurgunlayacakken, kadrajımıza giren mendil satan çocuktan sırf burnu akıyor ve bu durum bizim insana dair sularseller anlayışlılığımızı taşıran bir estetik sıkıntıya neden oluyor diye iğrenecektik. Elimi cebime attım. Filtreli fiyakamı yakacak bir çakmak bulmak umuduyla. O da yapmak üzere olduğum bu tiyatral tiryakilik hareketini fetişucuyla izliyordu. Kim bilir nasıl da mutlu, nasıl da dünyada başka hiçbir yerde, hiçbir başka kimseyle bulunmayı istemiyorduk o an; tüm mecburiyetlerimizi ve tüm bizi yanlarından reddiyelemiş insanları atarsak hesaptan. Aybaşı maaşına mecbur, rüyalarını mesai saatleri sonrasına ertelemiş ‘çaresiz’ insanlardan, nasıl da hiçbir farkımız yoktu. Elimdeki elini sıktım onun. Bu, ‘bak elim elinde terliyor ama dikkatini cezbederim ki bu denli duygusallığın içinde yine de otoriterliğimden katii suretle taviz vermiyorum’ sıkışına mütakip kısık sesli bir bakış attım kulaklarına: “İyi ki varsın.” (Çiftleşeceği geldiği zaman anırmak yerine manüplasyon yapan, düşünebilen ama düşüncesiz varlığa insan denir.)

Gülümsedi. Yapacak daha iyi bir şey yoktu. Aslında sırf yapacak başka bir şey olmamasından ötürü sıkılmaktansa yerine bile rollenmek, hallenmek daha mantıklıydı. “Sen de..”, dedi; maksadı önden tanımlı ses tonu ile. Hakkımız, yakıştırdığımız gibi fakir ama gururlu yayın evleri değil, olsa olsa boktan cast ajanslarıydı. ‘Bu lafı aklımdan çıkarmayayım; yazar kullanırım’, diye düşündüm. Son kertede o banktaki varlığımız rastgele ilhamların dönüp dolaşıp bizi bulması güzelliği kadardı. O zaman biraz da: heyhat! Olmayanı öykülemek değil, olanı olanı anlatmamaktı ya yalancılıktan sayılmayan; dürüstlüğümüze toz konmuyordu o akşam.

Gözlerine baktım. Ama ne bakmak. ‘Yakarım, Roma’yı da yakarım’ güfteli aptalca şarkıyı o bakışlarla söylesem gerçekten de İtalya Bayındırlık ve İskan Bakanlığı hakkımda son derece yasal işlemlere başlatmaya baştan meyyal olabilirdi. Bu çakmak çakmaklığın içinde, hiç de ön-uzun nefeslenmesine gerek duymadan, söze girdim: “Bak şimdi. Ben sana bu gece, sonraki gece ve sonraki gece ve sonraki gece zamanlaması hatasız hesaplanmış, sözleri bakımından tam raddesiyle ikonoklastik kalacak şarkılar yollayacağım; sevda sözleri uyduracağım bir sürü. Hepsi, bir diğerinden daha şairane olacak. Her biri birleşip devasa bir sebep bulutu olup çökecek yüreğinin üstüne, sen gel bana var diye diye. Ta ki, senden daha çok istediğim herhangi biriyle olma şansım gelene dek.”

Şaşırgan ama öfkesi önceden fırınlanmış bir çift bakıştan sonra, “ne diyorsun sen ya!” diye hiç de nazikçe olmayan bir biçimde haykırdı yüzüme. Devamında hadise-i dialog şöyle yaşanacaktı.

K: Sen kim olduğunu zannediyorsun be!
 E: Mevzunun o kısmını çabucak geçmeye yetecek kadar hızlı yön değiştirdi halin. Hem kimsem kimim. Bilmiyorum da. Fark eder mi?
 K: Nasıl yani!
 E: Diyorum ki, kendime biçtiğim değerden çıkacak bostan ürünlerinin çok fazla ehemmiyeti var mı nihayetinde? Bak, bir anda hatıratındaki bütün sanım unutulabildiyse adımın da önemi yoktur; seninki gibi.
 K: Ne saçmalıyorsun sen ya!
 E: Senin adın ne?
 K: Anlamadım?!
 E: Adın ne?
 K: …
 E: Aşkım, canım, ciğerim ve türlü diğer edilgenlerim dedim de, senin adın ne?
 K: Bu soruyla neyi amaçladığını cidden merak ediyorum.
 E: Ben de nihayetinde ciddi bir şeyden dem vuruyorum. Hadi, mademse, söyle, madem adın önemli değil. Sen nesin?
 K: Ben benim. Ve ben, bu saçmalıklarınla uğraşmak zorunda değilim öküz herif!
 E: Neğ kadar güzel. Şimdi sen ektiğin bu öküz lafından benim kafama takılacak şeyin bana herhangi biriymişim gibi davranman olmasını da fark etmeyeceksindir eminim.
 K: Aynen de öylesin. Benim kadar özel birinin yanında da işin yok!
 E: Özelsin.. Adından bile önce özelsin. Adını önemsetmeyecek kadar mesela. Özelsin. Gerisinde adın da önemli değil. Bak.. Zaten adının önemi yok diye, hakkında tüm bu aşk sıfatlarına serili samimiyetsiz kelamlar
.”


O. Onun. Adı yoktu. Adımın da önemi yoktu. Bir diğer anonim aşk öykünmesinden hallice öyküsüydük onunla. Öyküleyenin yapayalnızlığıydık. Ki bu hikaye tamamen gerçekti; bu hikaye henüz yaşanmamıştı**. ‘Ben’ her ne idiysem o gün; o sigarayı yakmadım, o banka oturup.
Bu yaşanmamış hikayeyse, yaşadığım hiçbir hikayeden daha az sahte değildi.

Temmuz 2012 

Pazartesi, Temmuz 02, 2012

Eski Notlar

Dolanlar Kadar
Merakımı gidermek de maksatlı insanlığa sormak istedim bir an, bu kemiklere zarar ve muhakkak anüs kristalizasyonuna sebep olacak soğukta, sırf günlerden resmi tatil diye alkollü anonimiyet sokağına vurgun olmak ne derece mantıklı? Ya da, böyle zamanlarda mantığın sınır ötelerine umuttrak operasyonlar yapmak anlaşılabilir midir? Kısaca, gönlün halini nötrlemek adına yapılacakların ne kadarı akıl zararı olmalıdır? Çünkü hava eksi çok derece ve ben çok sıkıldım be Ata’m. Ayrıca hava nedense çok derece, diye de soru-isyan yapamıyorum zira Dünya’nın En Güzel Arabistan’ının resmiyet bahçesi Betonkent’e gelmek de yine benim kararımdı. Ancak, o hadisenin üzerinden yeterince zaman ve yeterince daha kötü hadiseler yaşadığı için şimdilik Istanbulardı edilebilir; hadi yine iyiyim. 
Medeni pürmelalim beni yanıltmıyorsa, gerçekten de çok sıkıldım. Bıkkınarme haller alışkanlık dışı değildir pekala, ama.. neyse. 

-Ocak 2012

Kağıt Kesiği
Büro tipi yalnızlıklarla örülü olduğu gerçeğini ıraksayamıyor kent soylu aşkları plastikliğinden, her buluşmada havale mezarlara gömülen yüksek perdeden meblalar. Yerküre iyice küçüldü; herkes herkesle iştirak halinde. Bak, yan masa tamamen bu masanın eski sevgililerinden ibaret. Diğer masalar da diğerlerinin. Ve ortada dönen bu çok katmanlı ilişkiler ağıdan sağ ve sabit çıkabilenler kendi yalnızlık kuyularını arzın merkezine genişletmek derdindeler. İşin sevmek kısmı ipimle kuşağım iken, giyimler kuşamlar sevda sözleri ambalajlı ürolojik eylem planlarına gebe. Temiz ve şık kıyafetler, temiz ve şık mekanlar, temiz ve şık sohbetler, temiz ve şık ve yalnızca her iki tarafın da egosal galibiyetini hedefler uzunluktan sevişmeler, tertemiz, hatasız, kayıpsız, ‘başarılı’ ayrılıklar; eh birazcık da yavşak ve yılışık aşklar. İnsan, tuhaf bir döneme tanık olarak çağrılmıştır şayet şimdiki zamanı şimdiye denk geldiyse. Galiba batının meşhur, müphem öğretisi genel-geçerliliğinden, öyle-diyelim-öyle-kabul-olsuna evrildi; artık güzellik ve iyilik birbirinin sağlayıcı iki mefhum değil. Galiba, ve kuşkusuz, birleşitirip salıverme mevsimleri geri kaldı kaldı iki gölgeyi. Tıpkı fonetik estetikten geriye, ticari müzisyenlik derdine piyanonun mahremiyetini kendi egosunun sıvazına kurban eden puştların kalmış olması gibi. Süblim süblim arabeskleşen bir devrin, devranı yitik hikmet panolarıyız, belki de. Belki bu, yalnızca ardı ardına gelen iki harfin içerik olarak bu kadar çok orospu çocuğu barındırmasına şaşkınlıkla karışık isyan söylemi.

-Nisan 2012

Duyulmasınlık
Bildiğimiz dünyanın, bilmeyi yeğledimiz ve bir o kadar da hiç bilmemiş olmayı dilediğimiz kısmının, uykuya düşlemperver yatay oluşlara geçtiği saatler. Bügün, günlerden fark etmez (yine); bu hal, hallenmelerden kayda geçmeyen (yine). 

Lafları eğip büktüm ben hep. Lineer ve anlaşılabilir biri olamamaktandı çoğunlukla; yahut başka türlü yaşamayı edilebilmeyi düşünememek dahi. Uyuyamamaksızlığın hikmeti yapışagelmiş. Hayal etmenin mecrasından akacaklar, üşengen gerçekliğin yokuşlarını tırmanmaz ki denizlere dalsın. 

Merhaba. Ben, yeter miktar süreden sonra ‘ehh.. istedim yaptım; benden kıymetli mi ayol, peh!’ hikayesinin baş-yan-rolüyüm. 

-Haziran 2012

Çarşamba, Mayıs 02, 2012

Naçar Zenofobi


*Yerkürenin etrafında döndüğünü bütün fiziki realitelerin reddiyesi ile kabul bellediğimiz bu evrende, kuşkusuz pitoresk kelimesinin raddesi kadim yegane karşılığı kadındır.
*Kıtasal batının, batının doğusu, doğunun ortası diye kabul ettiği, ne doğulu ne batılı, irrasyonel ve tutarsız bir sosyolojik harmoni içinde debelenen, kendi resmi eğitimi tarafından onyıllardır ‘doğu ile batı arasında köprü’ olarak nitelendirilmeye gayret edilip de esasen kara ve sert ‘iki ucu boklu değnek’ gerçeğinden kurtulamayan bu çoğrafyadan ister batıya, ister doğuya bakılsın; kadının ızdırabı bakidir. Edilgenlik, erkekler tarafından, yine ‘erk’ hissiyatlar ile, atfedilmiş bir benlik özellemesidir, karşının cinsine. Şemali, şekli değişir belki ama esası asla değişmez.

*Kadın, doğuya gidildikçe hükmen yenik, batıya gidildikçe hükmen galiptir. En heroik halinde bile kadın, erkek üzerindeki (ki burada yine it gibi bir erkek merkezli algılayış vardır) ‘elde edilebilme’ zorluğu üzerinden nitelenir. Çünkü doğuda kadın salt bir metadır; yine de batıdaki kadar zorbaca değil. Hükmen galip olan batıdaki kadın. Yani, erkek cinsinin çevresinde pervane olduğu, yani vajinal kualifikasyonun diğer tüm insani özelliklerinin önüne geçtiği gerçeğine dayanarak ve bunun farkında olarak ve bunun ‘kıymetini bilerek’ yaşadığı zaman daralıklarında, kadın yine edilgendir.

*Değişen bir şey yok temelde. Çok para edecek dekolteli fikirleri yine genellikle erkekler yazıyor. Kadını evlere, mahzenlere, reklam söylemlerine yine erkekler kapatıyor. Kadın, meta; kadın, eşya. Ulaşılamazlığı, aksinden bile daha karşı egemen.  Edilgen kadın bir utançsa, diğer türlü fiziken erişilmesi mecrasında her yolun mübah olduğu bir ütopya. Her şey yine kadının kendisine dair olan değil, erkeğin ona biçtiği sıfat tamlaması esasında.

*Kadın, ister batıda, ister doğuda, ister istemez kabullenip kullanılmak zorunda bırakılıyor hala.
*Kadın, erkeğin karşısında, her ne şart ve zaman ve coğrafya söz konusu olursa olsun, bizatihi ‘insan’ olarak görülmüyor hala.

-Deniz
08.03.2012 
top