Cuma, Temmuz 06, 2012

Yazık


Cebeci’de yürüyorduk. Bir kentin içselliğine vakıf olmanın tuhaf, modern-edebiyat egosal huzuru ile kadrolu muhafazakar sokakların katranertesi bakışlarından biraz, ki epeyce, ürkmüş biçimde, ama yine de inadına tadına el ele, yürüyorduk. Etrafımızdan insanlar geçiyordu. Şu, vicdanımız anonim mastürbatörler aradığında haklarında kıçımızdan uydurduğumuz acıklı hikayeler belleyip üzüleceğimiz kırışmış suretli ihtiyarlardan çoğunlukla. Ve dolmuşlar. Romantik-gerçekçi/şımarık edebi akımsallığın kullana kullana bitiremediği arabesk soylu kent toplu taşıtları. Kimi binalar da vardı muhakkak ama onları pek umursamıyorduk. Şehir genel-geçici kültürüne bulanmış şairaneliğimiz yalnızca yeri geldiğinde birbirimizi etkilemek adına kullanacağımız cümlelerin sponsorluğundan ibaret olduğu için, etrafımızdaki binaları da, içlerindeki hayatları da pek umursamıyorduk. Nihayetinde, bir diğerimizde bulduğumuz fiziki estetiğin döviz cinsinden karşılığı kadar ‘sonsuz’ bir parasal bonkörlük ve sevdasını yaşıyorduk. Ağzı biraz şiirebilen duygu banklerinden fazlası değildik ki, kendimize yeterince sinematografik bir bank bulduk.

Rüzgarın eylediği ağaçlarla uzun ve anlamlıymış gibi görünen bakışlar fiilleşip, makro-iktisadi rahatsızlıklarımızın nasıl da küçük insanın hakkında bizi fikren ve vicdanen meşru romantik rahatsızlıklara uğrattığından dem vurup, tam da o demlenmeyi önsevişmelere vurgunlayacakken, kadrajımıza giren mendil satan çocuktan sırf burnu akıyor ve bu durum bizim insana dair sularseller anlayışlılığımızı taşıran bir estetik sıkıntıya neden oluyor diye iğrenecektik. Elimi cebime attım. Filtreli fiyakamı yakacak bir çakmak bulmak umuduyla. O da yapmak üzere olduğum bu tiyatral tiryakilik hareketini fetişucuyla izliyordu. Kim bilir nasıl da mutlu, nasıl da dünyada başka hiçbir yerde, hiçbir başka kimseyle bulunmayı istemiyorduk o an; tüm mecburiyetlerimizi ve tüm bizi yanlarından reddiyelemiş insanları atarsak hesaptan. Aybaşı maaşına mecbur, rüyalarını mesai saatleri sonrasına ertelemiş ‘çaresiz’ insanlardan, nasıl da hiçbir farkımız yoktu. Elimdeki elini sıktım onun. Bu, ‘bak elim elinde terliyor ama dikkatini cezbederim ki bu denli duygusallığın içinde yine de otoriterliğimden katii suretle taviz vermiyorum’ sıkışına mütakip kısık sesli bir bakış attım kulaklarına: “İyi ki varsın.” (Çiftleşeceği geldiği zaman anırmak yerine manüplasyon yapan, düşünebilen ama düşüncesiz varlığa insan denir.)

Gülümsedi. Yapacak daha iyi bir şey yoktu. Aslında sırf yapacak başka bir şey olmamasından ötürü sıkılmaktansa yerine bile rollenmek, hallenmek daha mantıklıydı. “Sen de..”, dedi; maksadı önden tanımlı ses tonu ile. Hakkımız, yakıştırdığımız gibi fakir ama gururlu yayın evleri değil, olsa olsa boktan cast ajanslarıydı. ‘Bu lafı aklımdan çıkarmayayım; yazar kullanırım’, diye düşündüm. Son kertede o banktaki varlığımız rastgele ilhamların dönüp dolaşıp bizi bulması güzelliği kadardı. O zaman biraz da: heyhat! Olmayanı öykülemek değil, olanı olanı anlatmamaktı ya yalancılıktan sayılmayan; dürüstlüğümüze toz konmuyordu o akşam.

Gözlerine baktım. Ama ne bakmak. ‘Yakarım, Roma’yı da yakarım’ güfteli aptalca şarkıyı o bakışlarla söylesem gerçekten de İtalya Bayındırlık ve İskan Bakanlığı hakkımda son derece yasal işlemlere başlatmaya baştan meyyal olabilirdi. Bu çakmak çakmaklığın içinde, hiç de ön-uzun nefeslenmesine gerek duymadan, söze girdim: “Bak şimdi. Ben sana bu gece, sonraki gece ve sonraki gece ve sonraki gece zamanlaması hatasız hesaplanmış, sözleri bakımından tam raddesiyle ikonoklastik kalacak şarkılar yollayacağım; sevda sözleri uyduracağım bir sürü. Hepsi, bir diğerinden daha şairane olacak. Her biri birleşip devasa bir sebep bulutu olup çökecek yüreğinin üstüne, sen gel bana var diye diye. Ta ki, senden daha çok istediğim herhangi biriyle olma şansım gelene dek.”

Şaşırgan ama öfkesi önceden fırınlanmış bir çift bakıştan sonra, “ne diyorsun sen ya!” diye hiç de nazikçe olmayan bir biçimde haykırdı yüzüme. Devamında hadise-i dialog şöyle yaşanacaktı.

K: Sen kim olduğunu zannediyorsun be!
 E: Mevzunun o kısmını çabucak geçmeye yetecek kadar hızlı yön değiştirdi halin. Hem kimsem kimim. Bilmiyorum da. Fark eder mi?
 K: Nasıl yani!
 E: Diyorum ki, kendime biçtiğim değerden çıkacak bostan ürünlerinin çok fazla ehemmiyeti var mı nihayetinde? Bak, bir anda hatıratındaki bütün sanım unutulabildiyse adımın da önemi yoktur; seninki gibi.
 K: Ne saçmalıyorsun sen ya!
 E: Senin adın ne?
 K: Anlamadım?!
 E: Adın ne?
 K: …
 E: Aşkım, canım, ciğerim ve türlü diğer edilgenlerim dedim de, senin adın ne?
 K: Bu soruyla neyi amaçladığını cidden merak ediyorum.
 E: Ben de nihayetinde ciddi bir şeyden dem vuruyorum. Hadi, mademse, söyle, madem adın önemli değil. Sen nesin?
 K: Ben benim. Ve ben, bu saçmalıklarınla uğraşmak zorunda değilim öküz herif!
 E: Neğ kadar güzel. Şimdi sen ektiğin bu öküz lafından benim kafama takılacak şeyin bana herhangi biriymişim gibi davranman olmasını da fark etmeyeceksindir eminim.
 K: Aynen de öylesin. Benim kadar özel birinin yanında da işin yok!
 E: Özelsin.. Adından bile önce özelsin. Adını önemsetmeyecek kadar mesela. Özelsin. Gerisinde adın da önemli değil. Bak.. Zaten adının önemi yok diye, hakkında tüm bu aşk sıfatlarına serili samimiyetsiz kelamlar
.”


O. Onun. Adı yoktu. Adımın da önemi yoktu. Bir diğer anonim aşk öykünmesinden hallice öyküsüydük onunla. Öyküleyenin yapayalnızlığıydık. Ki bu hikaye tamamen gerçekti; bu hikaye henüz yaşanmamıştı**. ‘Ben’ her ne idiysem o gün; o sigarayı yakmadım, o banka oturup.
Bu yaşanmamış hikayeyse, yaşadığım hiçbir hikayeden daha az sahte değildi.

Temmuz 2012 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

top