Perşembe, Temmuz 12, 2007

30789

Her şey gayet aynı görünüyordu sadece adının yeni geldiği günün sayıklamak dahi istemediği erken saatinde gözlerini açan Müge'ye. Artık gün bile hep aynı şekilde doğuyor gibi geliyordu ona. Her sabah, çalar saatin hayattan tek kaçışı olan uykusunu öldürdüğü andan yatağından indiği tarafa kadar her şey her zamanki gibiydi, aynıydı. Zamanında kafasına en az taktığı şeylerden biri olacağını zannedip geçiştirmişti. Oysa ki son aylardır her sabah sığındığı kafein onu uyandırırken kendine "bu yanlış" demek de düzenli yaptığı işlerden biri haline gelmişti. Hepsine ve en çok buna üzülüyordu. Bir yandan ruhunu makineleşmeye kaptırmadığı için mutluyken bir yandansa bunu sorgulamaktan delireceğinden endişe ediyordu. Mutsuzdu. 29 yaşındaydı. Kendini hayatın kırılma noktasına güçsüzce sürükleniyormuş gibi hissediyordu. Bir ofis işi vardı. Her gün yaptığı şeyler, gördüğü insanlar, insanların tepkileri her şey bir önceki günden olanın tıpkı aynısıydı. Sabah 07:32'yi gösteren saate gözü takıldığında hem bunları yine düşünüyor olmaktan kızdı, hem düşündükçe hiçbir şey olmamasına üzüldü hem de artık hazırlanması gerektiğini anladı. Bir aynı gün daha geliyordu. Aynalardan nefret eder olacağını hiç düşünmemişti ama sürekli aynı kostümün içinde durmaksızın yaşlanan kendini görmekten bıkmıştı. Sadece kendisi kaç kere o görüntüyle yüzleşirken kendini kaybedip gözyaşlarına boğulduğunu biliyordu. Güçlü olmak bile istemiyordu artık. Güçlü olmak sadece olan şartları biraz daha kabullenmekti çünkü. Güçsüz olmaksa hiçbir işe yaramıyordu. Bir an "kendine gel! bu yaşta ölümü mü bekliyorsun" diye kızdı. Ardından gelecek düşünce ise çok daha acı verecekti. "Bu yaşta? 30 olucaksın yakında asıl sen kendine gel!"

Bir zamanların insanlara pozitif enerji yükleyen, ne olursa olsun gülümseyen, umut dolu kızı şimdi soğuk bir metroda giden yalnız, çökmüş bir kadına dönüşüyordu. Elinden ne gelebilirdi ki? Bir şeyleri değiştirebilecek olsa bile bu halde yapamayacağını, asla yapamacağını, bu tarz şeyleri kendine ezberletmişti. Artık sahip olduğu iş, sahip olduğu hayat ve bunların sunduğu heycansızlıkların ötesine geçme şansının yok olduğuna inanıyordu. Bazen, özellikle boş sabah yolculuklarında aklına çocukken okuduğu masallar geliyordu. O da bir masal kahramanı olacaktı. Gerçek hayat ne zaman ona kötülük etmeye çalışırsa bir hayaline kaçacaktı. Hiçbir zaman kendine hayalci olup olmadığı ile ilgili bir sorgulamada bulunmadı. Bunun için fazla iyi niyetliydi. Hep hayatı o masallardaki gibi görmek istemişti. Yalana, karaya boyanmamış insanların, acımasız amaçların olmadığı bir dünya olacağına inanmıştı. En önemlisi de herkesin kendisi gibi olacağına inanmıştı. Herkesin saf ve iyi niyetli olacağına, kendi gibi. Öyle olmadığını anladığında ise onlara karşı durabilmeyi öğrenme şansını yıllar önce kaybetmişti. Kaybetmişti hayatta. O artık dönüşü olmayacak bir şekilde iyi bir insandı. Doğru olarak hayatı boyunca içinden gelen bu "iyi ol" sesinin modern zamanda onu sırtından üstelik defalarca vuracağını tahmin edemezdi tabi ki. Ancak olan aynen buydu. Birazdan varacağı ofisindeki insanlar gibi. "Mesela Handan" diye geçirdi içinden. Nice seferler iş arkaşlarıyla, üstleriyle olan ilişkilerini bozmaya çalışmıştı. Müge'nin bir alt pozisyonunda, onun yardımcısı olarak çalışıyordu. Görünüşte hep güleryüzlü, hep dostane bir insandı. Halbuki yaptığı çirkefliklerin arasında Müge'nin ağzından patrona hakaret mektupları yollamayı düşünmek dahi vardı. Ona bile nefret gösteremiyordu Müge. "Bu yanlış" diyordu. İnsanlar birbirinden nefret etmemeliydi. Bu hiçbir şeye çözüm getiremezdi. Böyle düşünmesindendir ki Handan'a, çevresindeki iyi kötü herkese hep aynı, hep çok sevecen olmuştu. Handan'ın şeytan aklıyla kafalamasının farkında olmasına rağmen onun kirasını ödemişti bir sefer. Çünkü ne olursa olsun "şakaya gelmeyecek kadar ciddi" bir şey olduğunu düşünüyordu. "Ben iyi olayım da.." diye bakıyordu, içten içe ağlarken kendine. Bu düşünceler kafasını oyarken ineceği durağa iki durak kaldığını farketti. Ne olurdu o aradaki tek durakta onu bu hayattan ve diğer her şeyden çekip alabilecek biri gelseydi. Bir an için kendini yine o masalda zannetti. Umut dolu gözlerle kapının olduğu tarafa çevirdi kafasını metro durağa doğru yavaşlarken. Ama sadece inenler vardı. Kapıların kapanmasını getirecek anlamsız saniyeler ona yine boş hayaller kurduğunu hatırlatan seneler gibi gelmişti. Morali mahfolmuştu, bitkindi, ümitsizdi, yani işe hazırdı.

O sabah yine her-bir-kese selamını verdi, gülümsemesini bıraktı. Onu kale dahi almayan insanlara bile. "Ne kadar harkulade insanlar var aralarında" diye kendini avutmaya çalışması bile başlayamadı bu sefer. Başkası olsa "patlayacağım!" derdi ama onun bunu, böyle bir şeyi düşünecek dahi gücü yoktu. Ne patlamasıydı, o oydu, ohoo oo ydu. Geçti masasının önündeki kendi kadar yalnız ve boş sandalyeye. Önünde bir takım ona hiçbir şey ifade etmeyen ama işi gereği öyle olması gereken yazılar, birkaç boş plastik bardak, artık görmekten başına ağrılar girdirten bir bilgisayar ve kalemler vardı. Her şey harikaydı, her şey aynıydı. Saatine baktı henüz mesainin başlamasının üzerinden 7 dakika geçmişti. Tam biraz daha moralini bozmaya başladığı anda Handan geldi. "aa müge naber yaa" dedi yılışıkça. "iyiyim handancığım saol sen nasılsın" diye karşılık vermeye zorunlu hissetti kendini, öyle de yaptı. Handan "iyi iyi" diye geçiştirir gibi yaptı arkasından da "gitmeliyim" diyerek gerçekten geçiştirdi. Tam o giderken Kaan'ın geldiğini gördü. "Kaan merhaba" dedi zayıf bir ses tonuyla. Bunu beklemeyen Kaan belli ediyordu ki kendine denk görmediği Müge ile yüzgöz olmaya niyetli değildi. Duymamış gibi yaptı ve yoluna devam etti. "Olsun ya .. yine de .." gibi bir mazaret üretmek istedi Müge. Kendi kendine arkadaş olmak hep sığındığı bir yol olmuştu. Gülümsedi yine sebepsiz, "haklısın" dedi boşluğa. Ona deli gözüyle bile bakacak kimse yoktu. Kimsenin umrunda olmadığını düşündü.

Mesainin bitmesine 1-2 saat kala aklında hala bu vardı. Gerçekten de "biriciğim" dediği annesinden başka onu umursayan kimse yok gibi geliyordu. İşi onu harap etmişti. Girdiği ve çıkmadağı depresif hal onu insanlardan, dostluklardan, ilişkilerden, hayattan uzaklaştırmıştı. Böyle bir ruh haliyle baş edecek direyeti kendine katiyen görmüyordu bile. O artık bir kayıptı kendine göre. Bir zamanlar hayatla dalgasını geçebilen hatta bazen insanları küçük gören kıza ne olmuştu? Bir yerlerde yanlış yola saptığına inanıyordu. Artık onu bulamazdı. Uzun zaman sonra ilk defa hayatta kaybettiği her şeyden kendini sorumlu hissetti. Bu o kadar ağır bir histi ki kafasının içinden sağıredici bir çınlama duydu. Gözlerini yapabildiği kadar kapattı. O an içinden uğruna üzüldüğü her şey geçmiş gibiydi. Elleri kulaklarını kapatır, gözleri yumulmuş bir halde kaskatı iken bir anda çınlama kesildi. Ne olduğunu anlamak için gözlerini açtığında hayal gördüğünü düşünmesi için her şey uygundu. Dört yanında da tatlı bir ilkbahar yüzgarıyla dalgalanan bembeyaz çarşaflar vardı. Hep düşlediği ama asla resmetmediği huzuru hissediyordu. Üzerinde hala iş kıyafetleri vardı. "Düş görüyorum" diye düşündü ama uyanmak da istemiyordu. O kadar güzeldi ki. Sonra gözlerini ilerden gelen silüete doğrulttu. Biri geliyordu. Görüntü yakınlaştıkça gelenin uzun boylu, beyazlar içinde bir erkek olduğunu anladı. Yüzünde içini ısıtan bir gülümseme vardı. Farkına bile varmadan tam karşısına gelmişti. Ona "artık burdayız" dercesine gülümsüyordu. Nazik bir ses tonuyla "Merhaba" dedi..

Müge yaşamında bulunduğu en güzel rüya olduğunu düşündüğü hissiyat içinde karşısındaki bu adama bakakalmıştı. Hayal ettiği bir yakışlıklığı yoktu ama ondan gözlerini alamıyordu. Sanki tanımadığı bu adam sadece bakışları ile ona kuvvet veriyordu. Ne hissettiğinden tam olarak emin değildi zaten önce bilmek için adeta delirdiği bir şey vardı. "Sen kimsin?" diye sordu. Adam kısa bir süre gülümsemesini bozmadan durduktan sonra yine yumuşak bir tonda "insanlar beni bir çok farklı isimle anarlar, ama bence sen bana Deniz diyebilirsin" dedi. Müge aklındaki nerede ve nasıl olduklarını sorularını düşünürken Deniz "gel, şu anda merak edebildiğin her şeyin cevabı yakında" diyerek onun elinden tutup beyazlığın içine çekti. "Nereye" bile diyemeden Müge kendini yemyeşil bir tepenin ortasında çevresinde hayalini kurduğu bütün renklerle, mutlu yüzlerle ve nereden geldiği belli olmayan tatlı bir müzikle başbaşa buldu. Deniz biraz karşısındaki ağaca yaslanmış duruyordu. "Slave to the Wage" dedi. "Eski sayılabilecek bir şarkıdır, senin durumunda mutluluğun resmi içinde çalacak daha ironik bir şey olamazdı ama burda ironi yok seni mutlu eden şeylere yer var yalnızca" dedi. Müge "bunları sen mi yarattın" diye sordu. Deniz "ah, hayır. ben kimsenin hayallerini yaratamam. bunların hepsi senin düşlediklerin ben sana sadece yolu gösterdim" dedi. Müge gülümsedi, artık neyin gerçek neyin hayal olduğunu umursamıyordu, mutluydu. Çevresindeki renklerle sıvanmş insanlara gitti. Bunları o mu hayal etmişti? Bir yanında trombolinde çocuklar gibi zıplayan takım elbiseli insanlar diğer yanında yetişkinler gibi el ele yürüyen iki küçük erkek ve kız vardı. Bir süre tadını çıkardıktan sonra Deniz'in yanına gitti. "Teşekkür ederim" dedi. Deniz o gülümsemesini yine yapıştırarak "ne için teşekkür ediyorsun ki, sana bunları senin yarattığını söylemiştim" dedi. Müge hafif başını öne eğer gibi yaparak "hayır yani, çok güzeldi, onun için teşekkür etmek istedim" dedi. Hayallerinin bile bir süre ile sınırlı olduğuna inanıyordu. Sevinç daha uzun süremezdi ya. Deniz onu omuzlarından tutup gözlerinin içine bakarak "bak, bunun ne zaman başlayıp ne zaman biteceği sana bağlı ama asla yok olmayacak bunu bilmen yeterli" dedi. Müge huzur dolu bir nefes almak için gözlerini kapatmıştı, açtığında ise gördüğü ona tuhaf şekilde bakan 11 kadar insandı. Evet bu gerçekten bir hayaldi ve geri dönmüştü..

İnsanlara bir şey açıklamadan çantasını kapıp ofisin çıkışına doğru hızlıca yürümeye başladı. Ne açıklayabilirdi ki? Onlara "ben düşlerime gittim orda biriyle tanıştım" mı diyecekti yani? Eve varana kadar "deliriyor muyum acaba?" diye korku ve karın ağrısı dolu bir yolculuk geçirdi. O kadar ürkmüştü ki metrodan çıkarken çarptığı adama dönüp bakmadı bile. Normalde en az 10 dakika özür dilerdi. Evinin kapısını açarken elleri titriyordu. "En iyisi bunları düşünmiim" kararını verdi. Her şey gayet normalmiş gibi davrandı. Duş aldı, biraz kitap okudu, yemek hazırlardı sonra televizyonu açtı. Bütün bunlar üç saatini almıştı, hava da kararmıştı. Loş avizelerin aydınlattığı salonunda karşısındaki beyaz camla başbaşaydı. Sıkılması çok sürmedi. Her bakımdan sıradandan yorucu bir gün geçirmişti. Televizyonu kapatıp biraz uzanmaya karar verdi. Gözlerini kapattı.. Açtığında ise gördüğü bu sefer tatlı bir düş değildi. Kapkaranlık bir yerin ortasında tepesinde ufak bir ışık, bir sandalyeye el ve ayaklarını bağlanmış bir haldeydi. Çırpınmalarının fayda etmeyecini anlarken birinin geldiğini gördü. Bu yüzü tanıyordu. Bu Deniz'di. Ama bu sefer beyazlar yerine sert kapkara bir takım elbise ve küt siyah gözlükleri vardı. Yüzünde de şeytanca bir gülümseme. "Tekrar hoşgeldin.." dedi korkutucu derecede sakin bir ses tonuyla..

2 yorum:

  1. Müge'nin tekdüzeliği ve Deniz'in güven vericiliğini çok sağlam temellere ve seveni az, öz olan uzun cümlelere dayandırman çok güzel olmuş. Olayın içindeymiş gibi hissettirebiliyorsun.
    Müge'nin hayat tarzının bazı açılardan kişiye tanıdık gelmesinin korkutuculuğunu, Deniz'in verdiği güvenle yenmişsin.
    Bu güzel anlatımın yanı sıra taktir edilecek pek çok nokta olduğunu söylemeden geçemeyeceğim; zira anladın sen!!!
    Bu yazı için yetersiz bir yorum olduğu kanısındayım, fakat ana hatlarıyla bu kadar...
    Devam et yazmaya!!! Bölüm 2 mesela???:P

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkürler :) Sonumuz Müge olmasın da -ki olacak gibi- zira Deniz olamayacağımız aşikar.

    YanıtlaSil

top