Cuma, Şubat 08, 2008

TK 428: Kapanış

Hava soğuk ve karanlıktı. Herhalde daha önce de üzerinden geçtiğim bir sahil yolunda normalde sorun edilmeyecek ama böyle bir araca göre korkutucu bir süratle ilerliyordu otobüs. Rahatsız bir koltuk ve loş ışıklar altında dinlediğim Radiohead şarkılarının etkisiyle giderek kendimden geçiyor, hızla önünden yol aldığımız dalgalara göz yaşları eklemek istiyordum. Bu hüzünlü İETT vagonunun tam ortasında o gün orada olan herkesin gözüne güzelliksizliğimi sokacak kadar belirgin derecede büyük, bir o kadar da yorgunluktan kambur ve yüksek sesle müzik dinleyen adam bendim. Artık insanlar gözünde iyi anlamda değil kötü anlamda bile s.kleniyor olduğumu sanma fikrinin yarattığı yıkılmayı tam içselleştiriyordum ki, genç, genç olduğu kadar güzel bir kız "ayy çeker misiniaz beyfendi şu valiziniziee" diye çemkirdi bana. Bunu işitir işitmez kafamı hızla yukarı kaldırıp karşımdaki kızceğize gayet yüksek bir oktavdan "s.kerim senin belanı lan! kaldır kıçını geç işte. durmuş name yapıyor bana, s.ktir bok!" diyecek gibi baktım. Herhangi bir tepki göstermedim. Zaten o da yüzümün kozmetiksizliğinden etkilenmiş olacak ki çok da fazla s.klemeden çıkıp gitti. Yine dalıp giderken otobüs bir kavşağı döndü. Soluma baktım, İstanbul'da bu kadar büyük bir katsız arazinin var olmasının ancak tek bir olasılığı olabilirdi. Varmıştık işte. Bir zamanlar hakkında cümleler bile kuracak kadar bana umut pomplalayan AHL'ye. Daha önce izlediğim ve çok sevdiğim filmin bitişine gelmiştim yine.

Alana indiğimde hava iyiden iyiye acımıştı. Radiohead dinlemek beni terörize ettiğinden kelli karışık karışık müzik çalmasını emrettim cihaza. Daha ilk şarkı The Silent Man'di. Küfrettim. Hızla içeri girdim. Yaklaşık yirmi dakika ve iki zorunlu legal striptizden sonra sanki b.k varmışcasına beni buradan götürecek TK 428'i beklemeye başladım. Havaalanları her zaman bana anlamsız bir mutluluk vermiştir. Belki sırf görüntülerinden dolayı. Belki yıllar yılı klişe filmlerden zihnimi doldurmuş ve mutlaka her biri iki ila yetmiş yedi dakika sonra sevişmeye varan havaalanı kavuşma sahnelerinden. O zaman oradayken de, şimdi buradayken de bunun hakkında neden diye sorulsa verecek herhangi bir yanıtım yok. Çok olsa "gidebiliyor olmak" denen şeyin bende çağrıştırdığı güzelliklerdendir. Bunları bir çırpıda akıldan geçirdikten sonra oturmayı sürdürdüm. Yapacak bir uğraş yaratamadığım her halimden belli oluyordu. Bir süre oturduğum yerden tatmin edici bir görüntü kesilemediği için bu boşluk ve anlamsızlık halimin yanında genellikleki yeri pek değişmeyen parasızlık pürmelalimi de ayyuka çıkaran şekilde türlü mağazaların önünden geçtim. Bir pet şişe içinde suyun iki hatta artı sıfır virgül yetmiş beş liradan satıldığı bir yerde hiçbir şekilde alıcı rolü oynamama imkan yoktu zaten. Bir an göze hitap etmiyor oluşumu Tom Hanks olmak zannedip bir fincan kadar filtre kahve içmeye yeltenir gibi olsam da sonra o parayı taksiye vereceğimi hatırlayıp vazgeçtim. İşte, tamamen başladığım noktaya geri dönüyordum. Gitmiş, görmüş, üzülmüş, saçma sapan şeylere b.k gibi para harcamış ve geri dönerken yine elinde gerçekten başarılmış hiçbir şey bulunduramayan biri olarak infaz saatimi bekliyordum. Bir an durup "b.k var .mına koyim istanbulda zaten" dedim. Bunu takiben dışarıdaki isli karanlığı seyredebileceğim bir yere geçtim. Birilerine anlatsam herhalde hüzünlü görüntümün tamamen buranın bir takım insanlarıyla ilgili olduğunu düşünürdü. Ben de öyle düşünüyordum gelirken. Gerçekten de birinci maksadım kişilerdi en başta. Yoksa hangi insan sıfıt derece hava sıcaklığında kalkıp Ayazağa diye bir yere gider? Halim kalmamıştı hiçbir yarım cümleyi tamamlaya. Hem kim yüzünden üzülecektim; eski yakın arkadaşım için mi? Eski hoşlandığım kiz için mi? Bunların aynısı bir buçuk saat sonra varacağım b.k deliğinde de vardı. Aslında Antalya ile İstanbul arasında o kadar da çok fark olmayabilir diye düşündüm. "Çakayım hepsine" reaksyonuna takiben neyse dedim. Zaten ben de bencil ve moralsiz bir hayvan olarak düşünmekten kaçmak ilk yapacağım şeydi. Kendi kendimden başka birinin sesi yankılandı bina boyunca. 102 numaralı kapıya doğru gitmem emrediliyordu. Gidiyordum. O uçağa son binen olacaktım ama en nihayetinde gidiyordum. Kendimi bir savaş kaybetmiş ve dönecek hiçbir yeri olmayan biri gibi hissettim. Aheste adımlarla en az kendisi kadar anlamsız bir kısaltması olan AYT'ye beni götürecek kahrolası 428 sefer sayılıya bindim.

"İnsanoğlunun yarattığı en büyük transportatörlerden birinin için nasıl da bu kadar dar olabilir?" diyerek ilerliyordum uçakta. Yerimin neresi olduğunu bilmiyordum. Zira havaalanına vardığım ruh hali içerisinde "yalnızca beş boş yermiş kalmış beyefendi nereyi istersiniz?" sorusunda "fark etmez" diye yanıt vermiştim. Bir dakika içinde yerimi buldum, pencere kenarıydı. Yalandan gülümsedim. Böylece yalnızca buradan s.ktir olup gitmek zorunda kalmayacak aynı zamanda giderken arkamda bıraktıklarımı da gecenin karanlığını eşşiz güzellikteki kılıçlar olarak yarıp geçecek ışıklarıyla görecektim. Bekleyemeye başladım. Bu esnada pek sevgilimi cihazımın yapacağı itlikten habersiz "yeterince" morali bozuk halde dışarı bakıyordum.. ve Packt Like Sardines In A Crushd Tin Box çalmaya başladı. Negatif ahengi insanın g.tünde şırıngayla basan bir giriş kısmı yetmiyormuş gibi Thom Yorke irrasyonel-mekanik sesiyle "after years of waiting, nothing came" sözlerini vuruyordu kulaklarıma. Birkaç dakika dayanabildim buna. Akabinde yapacağım şey bir pek yüzeysel örneğin daha beni o anlardan herhangi birinde nasıl da paramparça edebildiğine örnek teşkil edecekti. Radyoyu açtım, Radyo Eksen'i. İstanbul'da geçen tam dokuz günden sonra bu süre zarfında hiç olmadığı kadar temiz bir şekilde cayır cayır alternatif rock çalıyordu. Bunu da geride bırakacaktım. Bir an çok dehşetengiz sert şeyler dinleyerek bu ruh halini aşabileceğimi düşündüm. Yanımda o kadar da dehşetengiz hiçbir şey bulunmadığından gele gele Megadeth'in Addicted to Chaos'una gelebildim. İstanbul'a gelirken de bu şarkı çalıyordu. Aynı şarkı, aynı uçak, aynı mekan. Yalnızca farklı olarak ilk seferde bir gazlanma marşı olan şey benim için an itibariyle bir çıkış ağıtıydı. "Hay s.keyim be" şeklinde hönkürdüm kendi içimde. Beni paklayacak bir tane ses vardı sadece. O da buraya gelirken yolda kazara bulup ilerleyen gelecek zamanda mütemadiyen dinlediğim Skid Row'un Cats in the Cradle cover'ıydı. Gözlerimi kapattım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kabullenemesem kaç yazardı ki? Biri çıkıp da "beyfendi haydi gelin, s.kerttik uçuşu da gidişi de. gelin sittin sene burada olabilirsiniz hatta kalışınız için de her taksimden beşiktaşa inişinizde görüp 'vay .mına koyim' dediğiniz swiss ötel'i ayarladık" mı diyecekti? Uçak hareket etmeye başladı. Birazdan anesteziyi yiyecektim. Eğer o zaman yalandan moralimi düzeltmeye uğraşacak olsaydım bütün bu b.ktan mevzuları yanımda götürecektim. O yüzden de üzerine gitmeye karar verdim. Show Must Go On'u açtım. Benim için kah bestesi, kah güftesi, kah biraz evvelde bahsini geçtiğim ve kendisini tanımlayan sıfat öbeğini yazarken dahi hakkında yediğim b.ka küfürler yığdığım eski yakın arkadaşımı bana en çok hatırlattıran eser olması olsun epey kederlendirici, adeta hüzünlü bir Gönül Akkor şarkısıydı. Giderek hızlanıyorduk. Bir zamanlar adını bilmediğim sokaklarına onlarca anlam yüklediğim eninde sonunda adını sanını bildiğim manasızlıklar yumağına dönüşen bu kente bir şekilde ayak basıyor olduğum son anlardı.. ve havalandık.

Yerden yükseldikçe aklım çatallanıyordu. Sonradan ne olduğunu bile hatırlayamayacağım yüzlerce moral bozgunluğu doldurmuştu içimi. Kafamı çevirmeden gözlerimle son kez bakıyordum rüyalarımı parselleyen şehre. Birkaç dakika içinde İstanbul'un tam tepesindeydik. Daha birkaç gün önce üzerine yürüdüğüm caddeleri algılarımın bana sunabileceği en güzel kombinasyonla görüyordum. Müzik durmuştu, kalbim de durmuş gibi geliyordu. Hiçbir şey hissedemiyordum. Bu sağır edici sükuneti yanımda oturan kızın sesi bozdu. "Şey, peçete ister misiniz?" dedi. "Ne, ne için?" diyebildim. Nazikçe gözlerimi işaret etti. Sırılsıklam olmuşlardı ve farkında bile değildim. Teşekkür ettim. Seyre dalmış hale geri döndüm. Bir süre daha usulca geçip gidişleri izledim. Yapmak zorunda olduğum bir şey vardı, hem de tamamen kendi yolumla. Yine bir şarkı ve beni s.kertmesi olacaktı hikaye. En son kafamdaki şeye cesaret edebildiğimde dört gün önceydi ve beni hayatımda ilk kez gerçek olarak Taksim metrosunun yürüyen zeminlerinde dizlerimin üzerinde ağlatmıştı. Yine de bu seansı tekrarlamalıydım. Ya da başka bir yol bilmiyordum. Born on a Different Cloud çalacaktı Oasis'ten. Nereye gideceğini bilmiyordum. Bir süreç, bir keder yürüyüşü. Belki yalnızca kendi kendimin moralini s.kecek olmama yapıştırabildiğim özellikten uzak etiketler. Şarkı çalmaya başladı. Tam olarak bir kapanış şarkısıydı bu. Altı buçuk dakika içinde bu orta Avrupa “sertbest” dram filmi post modern bir bitişe sahne olacak ve siyah ekran üzerine yazılar akacaktı. Bitemeyen film tanımını düşündüm. Bitemeyen film, yazılmayan blog.. Yıllardır tek yaptığım dahil olduğum bütün fiillere olumsuzluk ekleri koymaktı. Sordum kendime, "biri ne kadar zaman boşa kürek çekebilir?" diye. Yine kendimden gelen cevapla yüzleştim yanaklarımdan yaşlar bir bir akarken, "beş yıl ve devam ediyor.." Şarkı derimin altını paslı bir bıçakla deşerken fark ediyordum neden bu hale geldiğimi, neden gözlerimin şiştiğini, neden mutlu olamadığımı. Bunun İstanbul'la, insanlarla, durumlarla hiçbir ilgisi yoktu. Aslında benim dışımdaki her şey gelip benim çözümsüzlüğümde düğümleniyordu. Çok uzun zamandır yüzleşmekten kaçtığım bir şeydi kendimle olan kavgam. Yaşamımda bir şey oluyor, bir şeyler bitiyordu. Bunlara nasıl bakıyor olduğum olan biteni zerre değiştirmiyordu ama beni gebertiyordu. Üstelik kendimi koyuverdikçe içinde var olmak zorunda olduğum sınırlara umutsuzca saldırıyordum. Bedenime, aileme, şehrime, ülkeme, toplumuma.. "Deniz gerçekten mutlu olmayı beceremedin mi?" diye sordum dolmuş gözlerle. O güne kadar yaptığım bütün hatalar, yarım bıraktığım her şey, geçmişte bir yerlere soktuğum herkes aklıma geldi bir anda. İlk defa kendimi diğer hepsinin yanında olumsuz anlamda marjinal görüyordum. Narsizmden eser kalmamıştı. Harap sinirlerle kaçtığım şeylere geri dönüyordum son sürat. Belki de İstanbul her şeyden çok bu yüzden bana hep bir vaha gibi gelmişti. Gerçek yaşama dair bütün sorunlar aynı şekilde, hatta daha sert olarak, orada da vardı ama başka bir yaşamdı. Bana ait olmayan, o yuzden de her şeyiyle benimseyebileceğim bir başlangıç. Bugüne kadar b.k etmemeyi başardığım birkaç şeyden biriydi İstanbul fikri. Orada da bir daha yüzünü görmek istemediğim insanlar ya da bir daha benim yüzümü görmek istemeyen insanlar vardı. Her ne olursa olsun yaşayanların gayet iyi bildiği bir hiçbir yere ait olamama duygusu vardır. Bunu kırabildiğim, içinde kendimi eğreti görmediğim tek mekandı Şehr-i İstanbul. Düşünceler birer birer akarken zihnimden çok uzun bir süreden sonra ilk defa kendimi çevremdekiler olmadan görüyordum. Hem de ironik olarak kronik bir yalnızın sıfatlarıyla. Elimde en güzel ve iğrenç yanlarıyla bir ben vardı. "Mütemadiyen iyi olacağım diye çok façalar yemiş, bir kez hata edince hepten yenik sayılmış, elinde elle tutulur hiçbir şeyi olmayan bir ben." olarak kendimi tanımlayacak kadar sinirlerim bozulmuştu. Mutlu olamadım bari adam gibi üzüleyim dedim. İstanbul'un ışıkları hala altımdayken beni her zaman karaciğerimden vurmayı başarmış son iki buçuk dakikası başladı şarkının. Kulaklarımı acıtacak kadar yüksek bir ses seçmiştim. Hayatım gözümün önüne geliyordu. Sözler ve düşünceler. Benim ibaret olduğum şey bunlardı. Havaya karışıp sonsuzlukta önemsiz ekolara dönüşmüş soyutluklar. Somut hiçbir anım yoktu hissedebileceğim. O an hayatımda hiç olmadığı kadar nefret ediyordum her şeyden, herkesten ve en çok da kendimden. Ağlamaya başladım. Titreyerek, yer yer nefes alamadan ağlıyordum. (Sonradan Liam Gallagher gibi bir kıronun yazdığı şarkının beni nasıl bu hale getirebildiğini idrak etmeye çalışıp başaramayacaktım.) Ekranlardan okudum, giderek uzaklaşıyorduk İstanbul'dan. Ne kadar sürdü, şarkı kaç kere çaldı hatırlamıyorum. Kafamı sola çevirebildiğimde uçuşun başında bana üzülen gözlerle bakan kız şimdi bana korku dolu bakışlar atıyordu. "Tabi .mına koyim. b.k var ya kork. tipli olsam içten içe nasıl da üzülür nasıl da 'veriyim de geçsin' derdin di mi. biz insan değiliz zaten god.ş!" diye kükreyecek gibi baktım. Gözlerini kaçırdı. Neredeyse tamamen mahvolmuştum. Müziği kıstığım sırada alçaldığımıza dair bilgiler veriliyordu. Sert şekilde indi uçak Antalya Havaalanı'nın tanıdık sıfatsızlığına. Ne olacak yani, indirmişlerdi bir hafta kadar kalkık olan g.tümü en sonunda.

Uçaktan inen son yolcu bendim. Yine Cats in The Cradle çalıyordu. Artık çok fazla şey fark etmezdi. Kaybedecek bir şeyi olan adam korku duyardı. Benim duyumlarımsa çoktan körelmişti. Sorun İstanbul'da ne olup ne olamadığı değildi. Büyük hikayenin bir kısmıydı o. Büyük hikaye de yazarı tarafından b.k ediliyordu. Antalya'ya ayak basışımla birlikte önce otoparkta var sesimle "ağzına s.çayım lan senin" dedikten sonra yüzeysel düşünmeye başladım tekrar. Antalya ile İstanbul arasında ne fark vardı ki? Aynı ben, aynı düşüncelerim, aynı kişiler, aynı şeyler. Kafeinini alamadığım gibi bayılacağım paradan ötürü de sinir duyduğum takside giderken sorumun cevabı karşımda apaçık duruyordu. Baktığım her yerde aradaki farkı görebiliyordum. Birinin kılıfı gerçekten çok daha iyiydi ve inanılmaz bir fark yaratıyordu gibi görünüyor olsa da aslen biri bir diğerinin "olmuş" haliydi. Antalya bir devlet müzesiyse, İstanbul bir modern sanat galerisi, Antalya TV8'se, İstanbul CNBC-E', Antalya Memurevleri Mahallesi'yse, İstanbul Maslak, Antalya bensem, İstanbul Kemalcan Aygül'dü. Güldüm. "Belki bir gün buradan kurtulabilme ihtimali dışında sevdiğim hiçbir şeyi yoktur Antalya'nın" dedim. Uçuş sırasında gelmiş bir mesaj olduğunu fark ettim. Gelişime sevinen bir takım kelimeler vardı sevgilimden gelen. "Hay s.keyim komple İstanbul'u ulan!" dedim. O yolculuk sırasında iflağımı s.ken bütün şarkılara ve düşüncelere inat She is Love’ı açtım ve gülümsedim. Bu sefer alaycılık gütmeden yalnızca gülümsedim.
[MP3] Radiohead - Packt Like Sardines In A Crushd Tin Box
[MP3] Skid RowCats in the Cradle
[MP3] OasisBorn on a Different Cloud
[MP3] OasisShe is Love

9 yorum:

  1. Gittin! Seni benden, beni senden koparttılar! Kahpe bir intihara dönüş bileti gişedeki Azrail! Tımarhanelere kaldırdılar beni, kollarıma kocaman serum şişelerinde gözyaşları bağladılar!

    Başlamadan bitti aramızdaki her şey! Bitti! Sen, "Bitti" bile diyemedin "Başlayan şeyler bit(t)er, ben seni sevmeye başlamadım ki..." derdim!

    Bitti! Her bitiş yeni bir başlangıcın fragmanıydı! Aramızdaki sıradağlar gibi duran aşılmaz engel "Biz arkadaşız..." diye başlayan o çocukça masal değil, gözü dönmüş psikiyatristlerin yazdıkları ufacık bir kağıt parçasıydı: "Şizofrenik septomlar..."diye başlayan ve "...gözlem altında tutulmalı!"emir kipiyle noktalanan!

    Ey Kâri! Şimdi dinleyeceğin her şey yalandır... Yalan.. Yalan.. Yalan!Bir yalanın utana utana gerçeğe dönüşmesi, tüm gerçeklerin arsızca yalana dönmesi ve neyin gerçek neyin yalan olduğunun artık hiçbir öneminin kalmadığı bir kaosun hikayesidir.. Kocaman, hiçbir şeyle tanımlanamayacak kadar büyük bir acının hikayesi...

    YanıtlaSil
  2. başlığa bir uçuş numarası koymandan belki... okumadım bu yazıyı.. bencilim ben... çünkü o uçağın her kalkışında.. -ki öyle çok.. öyle çok...- nedense sulanan gözlerim bana kendi hikayelerimi hatırlattı... ve öyle çok öyle çok hatırlattı ki... seninkini okumadım...
    tek çocuğum ben...
    çok bencilim.. çok.. öyle çok..

    YanıtlaSil
  3. geber tamam mı!!

    YanıtlaSil
  4. İsimsiz İsimsiz dedi ki...

    geber tamam mı!!

    çüş lan bu nesi! baran has just leaved?

    YanıtlaSil
  5. aga bu kaçıncı banttı diz çöküp ağladığın? ikinci ve üçüncü bantsa sayılmaz söyleyeyim, tenha oraları.

    YanıtlaSil
  6. Kendinizi çok güçlü biçimde ifade ediyorsunuz.

    YanıtlaSil
  7. yeni yazılar eklemelisin bence:)

    YanıtlaSil

top