Cuma, Mayıs 25, 2007

Karayolları Genel Müdürü

Çok da geç olmayan bir saat diliminin içi. Ne akşam, ne de sabah olan 21:00'ı az biraz geçmiş. Bana daima sebebini çözemediğim bir huzur veren o şehir için yol ışıklarının altından geçidin çıkışına doğru yavaşça gidiyorum. Tekrar tekrar geçmek istiyorum oradan. Sanki bir luna park oyuncağı gibi benim için. Defalarca o parlak, sarı ışıklarla süslü alt geçitten süzülmek istiyor deli gönül. Halbuki toplam 15 saniye sürüyor hepsi. Olsun, yine de unutturabiliyor bana bazı şeyleri. O değil de karayolları ne tuhaf mekanlardır öyle. Aslında tam manasıyla mekan da sayılmaz. Anlık, algıdan kaçan bir konum. Bu yüzden sabit bir mekandan daha anlamlı her zaman. Çünkü üzerinde giden bizimle aynı paralelde hareketli, canlı! Bir etkileşim var çevreyle. Her nasıl olursa olsun. Ki yeri geldiğinde bir çile olan yol, yeri geldiğinde en has dosttan bile daha arkadaş canlısı davranabiliyor insana. Bunu uzun ve özellikle gece yapılan otobüs yolculuklarında türlü duygusal sıkıntılardan uyuyamayanlar bilir. Dertlisindir sonuçta ve yalnızca otobüsün içindekiler değil çevrendeki her şey hayattan kopuk bir uykunun içinde seni yalnız bırakmıştır adeta. O an sadece sen ve gözlerinin önünden geçenler vardır. Kitaptır, dergidir, müziktir kimi zaman yoldaş olan. Ama yoldasındır netekim. Tek başına.

Kafamın üstündeki tavan "ev", etrafımdaki yol ışıkları "evren" hissi verirken bana gidiyorum şehrin caddelerinde. İnsanlar var hala. Hem de çok çok sayıda. Aliteresyon yapmaya yeltendiğim an silkeleniyorum. Şükrediyorum arabamda CD Player olmasına, o an Jeff Buckley çalmasına. İnsanlar diyordum. Yazdan faydalanmak istemişler, çıkmışlar dışarı. Çiftler de var, tekler de. Lakin saplar yine sayıca bertaraf edilmiş mutlu halk kitleleri tarafından. Bunu biliyorum. Gözlerden anlarım. Hepsi benim bakacağım şekilde bakıyor çünkü. Hafif başı eğik ve umursamaz gibi yaparak. Tanrı biliyor ya hepsi nasıl da sıkılmış aslında o "bekarım, sultanım" saçmalığından. Düşünceler ve onu tetikleyen şu Nightmares by the Sea eşliğinde sebepsiz yolculuğum sürer iken arada birini farkettim. Çekicilik? Olmalı, zira anlamsız şekikde ruh eşimi bulduğum kanısındayım. Sırf elindeki Rolling Stone'dan ya da kahrolası modaya inat Converse olmayan ayakkabılarından dolayı değil. Az evvel dertlerine ortaklık ettiğim insanlardaki bakış var onda da. Aynı duruş. Fakat biraz farklı. Sanki ikimiz de birbirimize "haydi dur, gel yanıma, mutlu olalım" diyecekmişiz gibi. O an arabayı çekip önünde serenat yapmak istiyorum. Jeff Buckley gittiği yerden bana bıraktığı şarkılarında yaptığı gibi tıpkı. Ve masal yazılıyor anında. Hatırlanan ilkokul aşkları gibi. Tanışmayan ama beraber mükemmel olacak iki insan olarak görülme. Bu figürlerin aslında tek taraflı üretilmesi. Neyse dedim. Artık yaşlanmıştım da böyle şeyler için. Sonuçta o deli velet gibi gidip haykırmadım. Yok! "Bir gün, bir yerde karşılaşacağız ve aşık olacağız" dedim içimden. Beni daha fazla etkilemesine izin vermeden gaz pedalında duran ayağıma ufak bir kuvvet artışı uygulayıp müziğin sesini biraz daha arttırarak uzaklaştım. Biraz daha Jeff Buckley dinlesem gerçekten aşık olup bir 2-3 ay kendime küfredecektim. Ruhsal olarak da uzaklaşmak lazımdır diyip Space Truckin'i açtım. Biraz olsun kendime geldim. "Ulan bu duygusal boşluk iyi değil bak!" diye terbiye ettim kendimi. Hatamı anladım. Acaba hata olarak gördüğüm doğru şey miydi? Ki?

En niyahetinde yolların hepsi insanı evine ulaştırmaz mı? Vallahi benim bütün yollarım evime çıkıyor. Gidişi olmasa da dönüşü öyle. Gerçi sabit bir ev hayatının değerini yadsımıyorum ama nerde akşam orda sabah yaşantısını sabit ev tanımının üzerine çıkartmak da hoş bir deneyimsel olabilirdi. Canım sıkılmış galiba biraz. Aman, amaan, let's go space truckin' aman!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

top