
Sanırım bu Fransızca başlıklı yazıların daha devamı olacak.
(bkn: Maux de la Matin, Douleur..)
Ben, sen, biz, siz, onlar ve kocaman bir vs. bulutu üzerine..
Duman'ı farklı kılan ne? Üzerine çok uzun kelam etmek lüzumsuz bence. Duman dinleyen herhangi birinin vereceği cevap yeterli olacaktır zira, "çünkü damar". Zaten üzerinde kafa yorulması gereken grubun müziğinde bu damarlık faktörünün nereden geldiği. Bunu anlayabilmek için önce hayran kitlesine dikkat etmek gerekiyor. Çok büyük kitlelerce kabul edilmiş olmalarına rağmen Duman'ın Cem Yılmaz'dan farklı tarafları var. Çünkü Cem Yılmaz hayranı olan birini tanımadan kategorize etmek olanaksızdır. Herhangi bir sosyo-ekonomik kesimin herhangi bir ferdi olabilir. Ancak işte burada kesin olan bir nokta var ki Duman dinleyen birinin az ya da çok ama mutlaka rock müzikle bir münasebeti vardır. Yani bütün hayatını Serdar Ortaç dinleyerek geçirmiş bir denek Duman'ın müziğini büyük ihtimalle sevmeyecektir, zira içinde elektro-gitar vardır. Yani kitle bu. Kitle yıllar içinde sayıları katlanarak artan Türk rock dinleyicileri. Bu kitleyi de Duman'ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırmak mümkün. Sevmeyenler neden sevmiyor? Sevmeyenler bu müziği basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz görenler. Burada taşlama yapıyormuşcasına konuştum ama demek istediğim o değil. Yoksa benim de şahsen basit, özelliksiz, saçma ve gereksiz bulduğum örneğin bir Demet Akalın yaratığı var, kişisel zevkler. Sevmeyenler ayrıca "özellikli" olarak gördükleri müzikleri dinlemekten ego tatmini yaşayan insanlardır. Bunların az bir kısmı da dinledikleri bu nitelikli müziklerin, bkn: Pink Floyd, kendilerini de nitelikli kıldığını zannederler ayrıca Duman sevmeyen herkes mutlaka Mor ve Ötesi dinler. Sevmeyen kitleyi kısaca dürttük. Seven kitleyi bu müziğe çeken ne ki? Neden Duman dinleyicileri için Duman'dan sonra her grup "daha az damar" dır? Neden Duman dinleyicileri Duman'ın müziğini itici değil içten bulurlar? Neden Duman "en harbi grup" olarak kabul görür? Bunun için az daha kazı yapmak gerekiyor.
Eğer 2059'dan önce Türkiye'de doğup büyüdüyseniz şimdi diyeceklerim size hiç de yabancı gelmeyecektir. Bu ülkedeki her bireyin ister istemez "kazandığı" bir arabesk kültürü altyapısı var. Bunun oluşmasının etkenleri pek çok. Yalnızca çocuklukta bilinç altına kazınan müzikler ve filmlerden değil. Onların da önemi çok büyüktür ancak onlardan öte bu arabeskin bir tür yaşam biçimi olarak tezahür etmesine mutlaka herkes tanık olmuştur. Çünkü herkes hayatında en az 190 kere dolmuşa binmiştir. Bunun gibi algısal sebepler ve zihnin derinlerine kazınan izler bir yere kaybolmuyor. Tıpkı kalan diğer izler gibi. Bundan sonra yazacaklarım açıkçası tespit değil tahmindir. Ben bu arabesk çiziklerini kafamda taşıyan ama arabeskten kesinlikle haz etmeyen biri olarak kendi gözlemlerimi an itibariyle ileri götüreceğim yalnızca. Mesela bu örnekte olduğu gibi arabesk sevmeyen biri, ben. Yine de bu kültürel kalıntılara (ki bir toplumun kültürel tabanının buna dönüşmüş olması ayrıca kaygı sebebidir) karşı çıkmak pek de mümkün değil. Çok açık bir örnek vermem gerekirse, metal şarkılarının bağlama ile çalınması kulağa güzel geliyor. Uzayan lafın kısası Duman'ın müzik türünün tanımında gayet açıkça beliriyor; "arabesk-grunge". Tabi şimdi "zaten grunge da gavur arabeskidir" diyenler çıkabilir. Onlara depresif her müzik türünü kendi alışık olduklarına indirgemeye çalıştıkları ve "indirgemek", "algı" gibi kelimeleri bilmedikleri için "çıkın lan dışarı" diyorum. ..ve devam ediyorum.
Aslında eğer arabesk-rock diye bir tür varsa bunun ağa babası Erkin Koray'dır. Ancak Erkin Koray'ın o kadar da dinleniyor olmadığı açık. Burada karışımın nasıl yapıldığı önemli. Erkin Koray şarkılarında ton daha ziyade arabeske yakındı. Oysa Duman müziği rock'ı arabesk yapmıyor, arabesk'i rock yapıyor. Böylece ortaya çıkan şarkıların rifflerinde, ritimlerinde, melodilerinde ve vokal tekniğindeki bu alt yapı insanların kafasında derinlerde kalmış o izleri uyarıyor. Rock müzik seven biri için "acı müziğinin" en geçerli karşılığı Duman oluyor. Elbette pek çok insan Duman'ı içinde bu tarz öğeler bulduğu için dinlemiyor. Zaten olay bunun pek farkında olunmaması. Duman'ın müziği dinlenirken aşina olunan bu kökler insana "işte budur" dedirtiyor cidden. Kulağa damar geliyor mu? Köküne kadar! O zaman problem yok. Yine de grubun sadece bundan beslenerek bu noktaya geldiğini savunmak da abartılı olur. Sonuçta bu adamlar (genellikle Kaan Tangöze) sağlam şarkılar yazıyor. Oky'nin de dediği gibi "Her yabancı grubun yerli bir kırması vardır" önermesi doğru olsa bile Duman için "Türkiye'nin Nirvana'sı" demek en edepli tabirle "bi' s.ktir git lan" denilesidir. İlla benzetilecekse etkilerinden dolayı "saykodelik" dönem gruplarına benzetilmesi çok daha yerinde olur. O yüzden Kaan Tangöze Kurt Cobain ve ya David Gilmour değil. Çok daha fazla Neil Young ve Orhan Gencebay "kırması" bence. Tabi Duman'ı bu kadar çok sevilen kılan yanlarından biri de hiç kuşkusuz tavırları. Ağzına "baba naber ya" lafı yakışan insanlar vardır. Bu grup insana bu duyguyu veriyor. Meyhaneye de bara da giden adamlar, maksat içelim güzelleşelim. Sonuçta dev bir grup değil gayet çıkıp müzik yapan harbi herifler olarak görünüyorlar insana. Bunu Mor ve Pipisi için söyleyebilir misiniz?
Kısacası arabesk artık inkar edip arınabileceğimiz bir şey değil. Uygun bir kılıf altında gayet de seviliyor. Yoksa arabesk'e dayanamayan hanım kızlarımızın Duman çalınca bağıra bağıra Çile Bülbülüm'ü ve ya Olmadı Yar'ı söylemeleri nasıl açıklanabilir? Duman dinleyicilerinin kültürel birikimlerinde arabesk ve (bahsetmemiş olsam da çok önemli bir oranda) gazel bulunmasından dolayı her zaman "en damar müzik" olarak kabul görecek. Bunun inkar edilmesi gereken bir yanı yok. Kaç tane Ah, Haberin Yok Ölüyorum, Hatun gibi şarkı sayılabilir ki?
Yine de bundan tam 5 yıl önce o gittiği pek özel okulundan şikayet ederken ona sadece şunu sormuş olmayı isterdim. "Şu anda senden çok daha zeki, çok daha yetenekli, çok daha üstün biri köyünde çobanlık yapıyor, bir diğeri ise rezil bir devlet okulunun 58 kişilik sınıfında asimile olmamaya çabalıyor. Sen neden buradasın?.."
[MP3] Nirvana - You Know You're Right
- Uzun zaman olmuştu değil mi Olan Biten'in son sayısının yayımlanmasından bu yana? Bakalım blogun en ilgi çekmeyen uzantısı olmaya devam ediyor mu? Gerçi bundan daha enteresan kategori fikirlerim var ya. Neyse.
- Internet Explorer'da yaşanan yandan yeme sorunu (sonunda!) düzeltildi. Header ve footer da değişecek. Şu anki header geçici kullanımda. 2002 Avusturya GP'sinden bir kare. Jacques Villeneuve ve BAR-Honda 004. Merak edilmesi ihtimaldir diye. Sade/kemik tasarım korunarak bazı görsel değişiklere gitmeyi düşünüyorum. Ayrıca ufak bir radyo ekledim yan tarafa. Bugüne kadar Last.fm'e "dinledi, evet" diye onaylattığım şeylerden hunharca karma yapmak suretiyle çalışıyor.
- Birkaç gecedir aklıma takılmış olan ve tam olarak değil birazcık bile ifade edip edemeyeceğimden şüphe duyduğum bir şey var. Düz olarak anlatılamayan her şeyde olduğu gibi burada da örneklendirme kullanılmıştır. Örneğin 1900'lerin başında yaşayan bir çocuk düşünün. Özellikle böyle bir tarih aralığı seçtim çünkü hem çok eski olamayacak kadar yakın hem de çok eski olacak kadar 20. yüzyılda. Bu çocuğun dikkatini çeken, mesela onu şiir yazmaya yönlendiren, şeyler neler olabilir? Muhtemelen şimdiden çok farklı şeyler. Renkli bir araba, belki yalnızca bir araba. Bir manzara görüntüsü. Bir kadının pardüsüsü. Sonuçta artık ilham özelliği çok da yetkin olmayan şeylerden. Bilmiyorum bu genellendirebilir bir yargı mı ama benim şahsen yaşadığım bir his var. Geçmiş zamanda bu tarz şeylerle uyarılan dönem insanlarının bizden farklı olan düşünce yapılarının zaman ilerledikçe adeta basitleşmesi. Bu Orta Çağ dönemi edebiyat eserlerine neden olmuş şeyler için de bu örnek olarak kullandığım 1900'ler için de geçerli. Bu zamanların hepsi 1950'den önce idi çünkü. Zamanla değişen insan düşünce yapısı geçmişteki örneklerini gıpta ve kendine üzüntüyle anıyor. Çok basitçe "adamlar zamanında nasılmış be" lafı özetleyecektir. Zamanla giderek hızlanan ve hissizleşen hayat sürecinden bunun yaşanıyor olması belki anlayışla karşılanabilir bir nebze. Zaten benim de demek istediğim bu değil. Demek istediğim bu herhangi bir geçmiş zamana ait kafa yapısı irdelenirken şu an sahip olunan zihin özelliklerinin açıkçası harcanıyor olması. Sanki insanlar hala tam da şimdi bıraktıkları izlerin tarihi oluşturacağının farkında değil, mağra adamı dönemindeki gibi. Buna daha anlaşılır bir örnek vermek de mümkün. Örneğin (benim gibi) hayatın gitgide yozlaştığını düşünerek 70'lerdeki ortamı yakalamaya çalışan, bu yüzden kendine dağlarda bir çiftlik alan bir şarkı yazarı gibi. Buna yanlış diyemem ama şimdi zamanın uyaranlarının reddi bence saçmalıktan öte değil. Biz bugünü yaşıyoruz ve bence yalnızca geçmiştekilere bakmaktansa şu anı, şu anın içinde bulunmamızı ve zihinlerimizi direkt olarak uyaran bu uyanları daha etkili değerlendirmek gerekli. Yani evet "kablo tv kesildi ve o an adeta mavi gökyüzünün içinden bir karanlık kapladı dünyayı" diye şiir/şarkı/edebiyat/sanat olur!
- An itibariyle bana hüznün görsel karşılıklarını yaşatan, bir filmi hatırlatmakla başlayan iki şarkı var. Ama bu filmler öyle bol bütçeli, renkleri siyah-beyaz olsa bile canlı olan, slow motion ağlama sahneleri görsel düzeltmelerle dolu ve o sahneler adeta arkadaki müzikleriyle ilahlaşan birer kusursuz görsel pürüzsüzlük oluşturan Moviemax filmlerinden değil. Bu hüzün harbiden hüzün. Gecenin köründe 80'lerdeki iç acıtan renk skalalarından kalma bir TRT filmi. Benim kadar "photoshopsuz". Zımpara gibi iniyor insanın içinden müziğin anları dakikalara dönüştükçe. Bana kaybettiklerimi hatırlatıyor, kaybettiğimi, onu. "Kaybetmem sanmışım ben onu, boşa inanmışım". O şarkılardan birinin içinde bu laf geçiyor. Ogün Sanlısoy söylüyor. Daha önce hiçbir Ogün Sanlısoy şarkısı bu kadar güzel olmamıştı. Ben ne şanslıydım, Saydım'ı damar bir şarkı zannediyordum. Oysa.. oysa! Üstelik bu şarkı bana artık gelişini beklemediğim bir trenin son hediyesiydi. "Kaybettik severken". Bu müzik fena bir şey. Mesela bu şarkı çalıp duruyor, tınıları sarıyor etrafımı. Durduğum yerde bir anda o TRT filmine dahil oluyorum. Bir göz açıp kapama daha ve Eminönü'ndeyim. Gün batımı yakalanmış. Rüzgar hoş değil bu sefer, sadece serin tokatlar atıyor. Yitip gidenlerin o denize dönüşmesi, sonbaharın gelişini hatırlatıyor bana. Zaten yaşamanın anlamsızlaştığı günlerin kısalacağını haber ederken. Ah müzik diyordum. Ona bir de keder ekle. İşte olan biteni yoktan var eden bu. Tek adım atmadan nerelere gidiyorum, nerelerde bırakıp geliyorum kendimi, kimde kaldı ben? Müzik etkili bir ilaç/zehir. Bakınız şimdi bütün o Semih Cumhuriyeti hissiyatını bir anda yer ile yeksan edecek Oasis'ten Sunday Morning Call. Değişen bir duygu yok aslında. Yine geride kalanlar ve geriye dönüp bakmaktan boyun fıtığı olmuş bir zihin. Ama bu sefer müziğin götürdüğü yerler daha uzak. Bir Londra yağmuru altında, kalabalık bir sokakta, kapşonun sağladığı korunma hissine bahaneyle göz yaşlarının yağmur damlalarınca gizlenmesine izin veren biri. Vay be bana bak! Yok, kimse bakmıyor zaten. Başka zaman olsa belki "bu kalabalığın içinde yapayalnız hissetmektense dünyanın bir ucunda tek başımayım" demeye istekli olabilirdim ama bugün değil. Noel Gallagher bu kadar derin bir vokale sahipken ben bu yağmuru bırakamam. Bırakamıyorum da zaten. Ayrıca açıklamaya ne gerek varsa.. ve göz yüzü parçalanıyor adeta. Slow motion'dayım. Yüzümden ve parmak uçlarımdan süzülen damlalar ile ekranın başındaki dişilere ve duygusal olmayı başarabilen erkeklere "yazık ya çocuğa" dedirten bir görüntünün nedeniyim. İki şey olmasaydı belki bu güzel olabilirdi. Belki bu gerçekten bir rol olsaydı, belki rol ya da değil benim o halimden o da haberdar olsaydı. Unutamamak değil de. Şu artçılara mani olamamak. "I'm not sure if it ever works out right, but it's ok. it's alright"
- Abdullah Gül'ün resmi olarak hepimizi kucaklamaya aday olduğu geçtiğimiz günlerde açıklandı. Kanımca şeriat korkusundan ziyade endişe edilmesi gereken şeyler var. Bununla ilgili daha sonra daha kapsamlı bir şey yazacağım sadece demokrasinin az gelişmiş toplumlarda çok ciddi bir risk olduğunu hatırlamadan edemiyorum.
- mnskym yurtici kargo!
- 26. (Kişisel Bi’ Sayaç Şeysi)
- Nouvelle Vague ve Juilette and The Licks harkulade gruplarmış! Muntazaman Human Fly ile bünyeyi şaraba yatırmak hemen arkasından bir Sticky Honey çakmak lazım.. ve ben o günlerde Radar Live'da değildim değil mi? Çok başarılı..
- Komutan Uçan Tekme de fena değilmiş. Sonuçta Teoman'a ayar verenleri sevmek, bağırlara basmak lazım.
- The Masterplan'a benzeyen bir Olan Biten oldu. Benzetmeden kastımı yakalayanlarla bir gün mutlaka Oasis'i izlemeye gitmeliyiz. Kadrolu yavşak Liam Gallegher'ın sözleri gelir aklıma; "Şu dance-rock denen b.k rock n roll'un stadyumlarda kolkola şarkı söylemek olduğunu unutturdu insanlara". Çok doğru, değil mi kemalcan'ım ciğerim?
[MP3] Oasis - I Can See It Now
[MP3] Pentragram - F.T.W.D.A.
[MP3] Robbie Williams - Misunderstood
[MP3] R.E.M. - All The Way to Reno (You're Gonna Be a Star)
[MP3] Velvet Revolver - Fall to Pieces
[MP3] Foo Fighters - The Pretender
Dilemma ile başlamaktan daha üşengeç bir seçenek olmadığı için hemen ondan yola çıkıyorum. Bana yalnızca rock müzik ve varyasyonları dinlemediğim için büyük bir sevinç duymamam neden olan şarkılardandır bu. Sadedir, hoştur, "I love you and i need you, i do" der işte kısaca. Özettir. Aslında tamamen satsın diye üretilmiş, gerçek anlamıyla üretilmiş, şarkılardan biri olması pek de umurumda olmadı. Ancak bu şarkıya olan bütün iyi niyetli görüşlerim özellikle de "kaliteli" sıfatlandırmamdan utandım ilerleyen dakikalarda. Çünkü şimdi çalan şarkıyla bir önceki arasında uçurumlar fark vardı. Johnny Cash söylüyordu o eşsiz sesi ile God's Gonna Cut You Down'ı. Üstelik Dilemma'dan sonra öyle garip bir his yarattı ki. Neredeyse Cash'in vokali bana "vay vefasız" diyordu. Sonra bu şarkının bende yaratması gereken hislerin bundan çok daha ötede olması gerektiğini hatırladım ve baştan çalarak müziğin beni 2 dakika 38 saniye boyunca ele geçirmesine, her yerimde dolaşmasına izin verdim. Ne diyebilirdim ki? Uğruna uğraştığım her şeyin aslında çöldeki kum taneleri olduğunu bir açıdan acımasızca bir açıdansa iyi ki anlatıyordu "you can run on for a long time, sooner or later god's gonna cut you down" sözleri. Herhalde bu şarkının sözleri başka hiçbir müzik üzerine başka hiç kimse tarafından daha iyi işlenemezdi. Ağır, gerçekten ahenk yaratabilen, Johnny Cash'in neden "baba" olarak kabul edildiğinin açık örneği olan bu şarkıyı dokuzuncu dinleyişimdi ki artık geçmem gerektiğini anladım. "Tell 'em god's gonna cut you down" sözleri ile sessizliğe ulaşırken şarkının sonu rahmetle andım Johnny Cash'i. Aslından ondan bir de Hurt coverını dinlemek isterdim ama kaldırabileceğimi zannedemedim.
The Dandy Warhols'un Bohemian Like You diye pozitif enerji yüklü bir şarkısı vardır. Blur'ün Girls & Boys'u vardır. Madem Britanya'dayız, Robbie Williams'ın Let Me Entertain You'su vardır. Apollo 440'un Stop The Rock'ı bile vardır. Bunların hepsi insanı nedensizce salak salak güldüren, katiyen düşündürmeyen üstüne bir de dans ettiren şarkılardır. İyidirler, lazımdırlar. Benim için aynen bunlar gibi olan bir şarkı, aslen bir cover, vardı sırada. You Spin Me Right Round. Ben bu şarkıyı coverlayan adamı çok seviyorum. Vallahi ki. Umurumda değil fiziksel görüntüsünün marjinal olması. Müziğin önemi yerine görünüş saçmalığına önem verseydim zaten klasik müziği asla dinlemiyor olmam gerekirdi. Evet tahminleriniz doğrudur, Marilyn Manson. Aynı Megadeth gibi bugüne kadar yeterince dinlemediğime pişman olduğum sanatkarlardan. Mesela bu şarkıda da kelimenin tek anlamıyla "yardırmış". Yırtıcı vokaller, bir pop klasiğini metal riffleriyle güçlendiren müzik, tek kelimeyle muhteşem. Sözlerde benim çok hoşuma giden bir satır vardı. "You spin me right around, baby right round. Like a record baby right round". Nedense bana High Fidelity'de çalınması gerekmiş gibi geldi. Ya da sadece plağın dönüşünü getirdi. Sonuçta bir süredir aynen öyle right right döndürülen bir insanım ben de. Elbette bu halin değişik yanları da olmuyor değil. Değişik ruh hallerinde gezinen M.M. şarkıları gibi. Mesela buraya kadar bahsettiğim cover ile taban tabana zıt olan, insanın durduk yere .mına koyan*, her dinleyişimde beni bir farklı sefer yamultan bir şarkı var. O çalıyor. Come White çalıyor. Ben bu şarkıya bir eleştiri yazamam. Şarkı hakkında bile yazamam. Direkt olarak yaşıyorum çünkü bu şarkıyı. "You were from a perfect world, a world that threw me away today" lafını yaşıyorum. Tıpkı "there's something cold and blank behind her smile, she's standing on an overpass, in her miracle mile" laflarını yaşıyor olmam gibi. Hani bir şeyler olur biter daha doğrusu sen bitersin ve bitmiş olur ya. Bunlar olurken ve sen biterken kör olası şarkılar eşlik eder her şeye ama geriye bakınca bir şarkı kalır yaşanan/yaşanmayan her şeyden aklında. Herhalde benim için de o şarkı Coma White olacak. Bitiş cümlesi konusunda aklıma gelen tek şeyi bitiş cümlesi olarak yazmak istiyorum; hayatında hiç M.M. dinlemeyip sadece görüntüden yola çıkarak "ayy iğrenç" diyenlere koim!
Bir yanım "bu yazı çok uzadı" diye düşünüyordu ama benim sıradaki şarkıya çok büyük vefa borçlarım vardır. İstediği kadar uzasın, uzamazsa ayıp! Lene Marlin vardı bir zamanlar. Sitting Down Here diye bir şarkı vardı. MCM vardı ulan bir zamanlar. Bu şarkının bir klibi vardı. Göl kenarı gibi bir yerde geçiyordu. Kumsal vardır, karavanlar vardı, plaj ateşi vardı, Lene Marlin vardı akustik gitarı ile. Bir ateş başında, bir karavanda, bir ilerdeki iskelede şarkısını söylerdi. Her şey öyle tatlıydı ki bu şarkıya dair. Benim için de pek çok ilke neden olmuştu. En önemlisi bana ait olduğunu hissettiğim ilk müzikti. Yani o, müzik, bana aitti. Bana sahipti, ben de ona. İçimde çaldığını hissetmiştim. Bir insan için güzelliğin her şey demek olmadığını anladığım andı. O anı yaratan da bu şarkıydı. Demek istediğim benim aptal kutusundaki çirkin birine aşık olmam falan değil. Öyle bir salaklık olmadı elbette ki! Ama bakış açımı değiştirdi bir şekilde. Güzelliğin yanına karakteri koymama önayak oldu. Ben de artık soul müzik yapan hatunlara hasta olmaya hazır biriydim. İşin mübalağsı bir yana benim için Sitting Down Here, komple olarak, bir şarkıdan çok daha ötesiydi. Doğruluğuna inandığım pek çok şeyi temsil ediyordu. Sadelik ise bunlardan yalnızca biriydi. Ne üzücüdür ki bu şarkı bir one-hit-wonder idi ve Lene Marlin'de bu şarkıdan sonra kayboldu gitti. Belki öyle bir uğramıştı doğru zamanda, doğru ekrana.
Tam mayışıyordum ki Fight çalmaya başladı. Hani şu School of Rock filmindeki No Vacancy grubunun filmin başında çaldığı, neyse. Gülümsetti beni nedense. O kadar akustikten sonra çatır çatır hard rock insanı hareketlendiriyor işte. Arkasından bir sürü değişik müzik hakkında yazasım geldi. Kıraç olsun dedim, No Doubt olsun dedim, Alain Caron olsun dedim, Avril Lavigne olsun dedim, en son N.W.A. olsun dediğimde bu işin bir yere varamayacak kadar uzun olduğunu anladım ve vazgeçtim. Mütemadiyen vazgeçiyorum zaten şu sıra. Zaten aslında bütün yazı aşağıdaki video izlensin diyeydi.
Şu "zaman" dediğin kavram var ya; itin teki o bence. Gerçekten. Sorunluyum ben onunla. Onunla, şans denen şeyle, yer yer hayatın kendisiyle. Fakat bu zaman çok ayrı bir şey. Tamamen emsalsiz stresleri getiriyor kendiyle, daha da büyüklerini getireceğini belli ediyor, diğer büyükleri kendi defolup gitmesine rağmen ardında bırakıyor. Zaman diye neyi bilirsin? Bir ihtiyaçtan doğmuş süre sınırlandırması mı? Bir gün denen şeyin 86400 tik olması mı? Göreceli olarak konulmuş bir limitlendirme mi? Üzerine kafa yürütülen soyut bir kavram mı? İnsan algısının bir handikapı mı yoksa aynı algının dahiyane bir buluşu mu? Aslında hepsi. En çok da şu üçü; geçmiş, gelecek, şimdi.
Geniş zaman, zaman çok geniş bir şey. Bazen de çok dar, çok yetersiz. Maalesef göreceli işte. "İtin teki" olması da oradan ileri gelmekte zaten. Zaman geniştir dedim mesela. Bu da göreceli ve iyi bir manası yok. Zamanla ilgili hiçbir şeyin iyi bir manası yoktur. Zaman, geçmişte g.tüne girmiş, an itibariyle girmekte olan, gelecekte girecek olan ve ancak ölümle sonlanacak bu g.te girmelerin bileşkesidir. Peki genişten kastım ne? Şu. Zaman adam edilemez. Başını kapatayım desen kıçı açılır. Kıçını kapatayım desen baştan olursun. Yolu yoktur. Geleceğimi kurtarayım dersin, şimdiki zamanı yaşayamazsın. Anı yaşayayım dersin, geleceğin ipotekli olur. Ya da hiçbirini yapmaz geçmişe ağıt yakarsın böylece yalnızca geniş zamanda varlığının bir geçerliliği olur. Gerisinde yalan olmuşsundur. Sen kendini kandır, ben de kandırayım. Hepimiz kandıralım ve diyelim ki son derece masum ve salakça "hayır! hem geleceği düşünüp hem de şimdiyi yaşamak mümkün". B.k mümkün! O denilen ya kişisel düşlerde ya da filmlerde olur, yani olmaz. Birini seçeceksin. Ya geleceğinden ya da şimdiki zamanından olacaksın. Eğer şimdiye kadar bu yazıdan bir halt anlamadıysan benden şanslısın demektir. Çünkü aptal mutluluğu olsa da bunlara kafa yormadan yaşıyorsundur. Bir koşudayız ya hepimiz aslında. Arada benim gibi bir iki deli durup diğer koşanlara bakıp "neden?" sorusunu soruyor. O soruyu sormak mutlak bir karamsarlık demek değil elbette. Ben de depresif bir insan kılığına büründüğümden söylemiyorum ya geleceğin ya da şimdinin yalan olacağını. Maalesef gerçekler cidden, hakikaten, valla, acı. Neyse. Hani bir de mantığın s.çması denen şey vardır. Yani mantıklı görünen (ki çoğu zaman da öyle olan) şeylerin/kararların ileride hata olarak kabul görmesi. Gelecek zamana yatırım yapmayı tercih etmek de böyle işte. Ben burada şükürcü bir insan moduna bağlanıp "biz ki size hayatı sunduk siz ki ileriki zaman kaygılarınızla bugünü ıskalarsanız bir gün bir araba çarpar da üzülürüz" gibi bir laf etmeyeceğim elbette. Yine de bugünü bırakıp geleceğe yönelmek mantıklı görünen, mantıklı olan, benim de yaptığım ve çoğu zaman ciddiye alındığı kadarını geri ödemeyen bir şey. Tersi durumu yapalım, hepimiz anı yaşayalım sadece demiyorum, diyemiyorum.. Açıkçası g.tüm yemiyor. Biz şu para denen şeyin manasını fazlasıyla iyi bilecek kadar zengin olmamış insanlar geleceği toptan sktr etmeyi ancak fantazi olarak görebiliriz. Üstelik belki doğru olan odur da. Biraz olsun şimdiye bakabilmek. Doğru ya da değil tercih edilmeyecektir. Gelecek zamana yatırım yapıp şu kahrolası ipoteği (ki o da aslında insanın kendi endişelerinin yarattığı bir şeydir) kaldırmak her zaman daha "yapılmalı" görünecektir. Bu şekilde hem çok başarılı olup de şimdiki zamanı da yaşayabilen birkaç insan örneği yüzünden akımı takip eden yaratık da insan işte. Gerçi bir kişinin kazanacağını bile bile umut tacirliğinden nasibini almış ve cebinden 10 milyon çıkartırken aklına "çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin" gelen yaratık da insan. Buraya kadar "ne karamsar herif" diye düşünenler için gayet iyimser olduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim burada, bu yazıda öne sürdüğüme göre ya gelecek ya da şimdiki zaman tercih ediliyor. Ben hayatı tanıyorsam çoğu durumda ne an yaşanır ne de gelecek kurtarılır.. Bazıları hepsini yapabiliyorlar nasıl oluyorsa. Onlara hem hayranlık duyuyorum hem de nefret ediyorum. Konuşurken "vay .mına çaktığımın, harika" diyorum mesela. Galiba milletçe (bu arada belirtmeden geçersem ölürüm; bu "milletçe/türkler böyle" tarzı konuşmaktan da konuşanlardan da tiksinirim. hepsi "ayy ne mal bir topluaam" diyen mallardır çünkü fakat benim burada yapacağım doğru bir tespit ayrıca sevdiğim sağdığım da bir tespit kesinlikle küçük görme maksadım yok) küfür ederek övgü yapan insanlar olmamızda kendi noksanlıklarımızdan ileri geliyor. Biri bir şey yapıyor, bir şey meydana getiriyor, bir başarı elde ediyor mesela. Biz ondan hem kinle hem de hayranlıkla bahsediyoruz. Neyse, sonuçta zaman kavramının gelecek vs. şimdiki kısmından pek hayır göremediğimi senin de muhtemelen görememiş olduğunu yeterince kaşıdık.
Bir de zamanın dar olduğu durumlar var. Bu da tamamen zaman algısının o haldeki, o insanda ne şekilde olduğuyla alakalı. Git istersen bu "zaman çook geniş" lafımı Öğrenci S.kme Sınavı'na girecek birine söyle. Gerçi extreme örnek vermeye lüzum yoktu. Zaman her türlü yetersiz olmayı başarabiliyor. Zamanın olduğunu zannettiğinde bile ileride, mutlaka bir yerde o boş zamana ihtiyaç duyduğunu fark ediyorsun. Çocuklar için Cuma akşamları ne kadar uzun milenyumlar gibidir. Halbuki Pazar geceleri hep son dakika uzatmaları gibiydi. Ben o maçların bir çoğundan malup ayrılmıştım. Bir yerden, birine yetişmek de değil mevzu olması gereken. Bir an gibi geçip gitmiş yıllara üzülürken, geride kalanlara ulaşamamanın verdiği hissi yaşarken, çok sevilen bir şarkının sonu gelirken.. Zaman asla yeterli değil, asla da olmayacak. Zaman bir payda. İşte o yüzden maalesef şu adı bile rahatsız edici olan "zaman planlaması" gerekiyor. Planlı, programlı olmak. Ben pek yapamadım onu. Hatta bazen "bence her şeyin planlı olması yaşamayı anlamsız kılar" düşüncemin arkasına da saklandım. Herhalde bu kadar değerli olmasaydı üzerine bu kadar düşünmezdik zamanın. Eğer bu kadar değerli olmasaydı kaybı g.tümüze giren bir şey de olmazdı galiba. Ama gerçekte olan aynen böyle. Zaman, yaşam süresi, yaşamın kendisi, hepsi birbirine bağlı. Hepsi birbiri aslında. Genelde üçün biri olarak anlaşılmaya müsait olsa da öyle. Sonuçta pek de değişmediyse olan biten. Yine pek düşünüp hiç uyguma gösterildiyse zaman planlaması konusunda. O zaman ne yapmak lazım? Gereklilik kipinde ne uygundur bilemiyorum ama gerçekte yaşananı biliyorum. Plansız olduğu için hiç edilmiş zamanın arkasından düşünmek, biraz daha düşünmek. Belki en sonunda farklı bir noktadan isyan edip "ulan hiç bir bok düşünmeyen insanlar maddi manevi nasıl daha mutlu olabiliyor" diye haykırmak! Onlar tek yapabileceklerini yaptılar. Planlı oldular, çalışkan oldular, düzgün oldular, düz oldular, düzülmeye müsait oldular, düzülmeye istekli oldular, sonunda hayatlarını düze çıkartmayı başardılar. Tercih edilen insanlar oldular. Biz kara koyunları meclisler zaten çok önceden sktr etmişti.. "Belki de en doğrusudur budur" demeyeceğim kesinlikle. Ama zamanla alıp veremediğim bitmiş değil. Ben sürekli veriyorum da o katiyen vermiyor realizmi devam ediyor aynı hardcore'luğu ile.
Hadi bu kadar uğraştım gelecek zaman mı şimdiki zaman mı diye. Bir o kadar da şimdiki zaman denen şeydeki o 5 dakika süre limitinin banka kuyruğunda bir yıl, sınav sonunda bir dakika gibi algılanmasıyla. Peki geçmiş zaman ne olacak? Öyle geçip gitmiyor ki o. "Zaman arkada güzel anılar ve hoş gülümsemeler bırakır" -mış, peh! Evet, fotoğraflarda hepimiz yalan söylüyoruz. Hepimiz stres, keder, acı, üzüntü, bunalım dolu hayatlarımızı inkar edip fotolarda gülümseyerek beyin masturbasyonunun dibine vuruyoruz. Kandırdığımız da farkındayız üstelik kendimizi. Aile yıllıklarında kimsenin bakmadığı sahte mutluluk anları bir şey ifade etmiyor kişilerin kendi içlerinde kendi geçmişleri ile yaptığı hesaplaşmaların yanında. Kaç kişi hayatta hiç "keşke" ya da daha açık olarak kendi kendine "ben senin kafanı s.keyim" dememiştir? Hiç kimse! Geçmişte yapılan hatalar genelde mutlak suretle gelecek zamanı etkileyen şeylerdir. Kimse bana geçmiş geçmişte kaldı vaazı vermeye niyetlenmesin! Bu da aslında insanın yaratılışı ile ilgili bence. İnsan düşünen ve depresyona girebilen tek hayvan çünkü. Şimdi mesela, bu forward e-mail b.ku sayesinde iyimser, sevgi tavşancığı yazılar dolu her yer. Bu da bir kandırma aslında, hem de bilinçli. Üzüntü her zaman mutluluğu sayısal çoğunluk olarak ezer. Bunu biliyorum, sen de gayet iyi biliyorsun. O yüzden mutluluk denen şey zaten bu kadar değerli, bu kadar bulunamaz bir şey oldu ya. Değerliliği kabul edilebilir olsa da kimse borsada tüm birikimini kaybetmiş birinden birkaç ufak mutlulukla bunları unutmasını beklemesin. Çünkü o iyimserlik değil düpedüz geri zekalılık olur!
Benim derdim var zamanla, zamanım az. Bir açıdan bakınca da çok uzun zaman var. Aynı zamanda olacak iki şeye hem çok hem de az zaman kaldığı bilmek, bir yandan kederlenmek bir yandan bekleyememek nasıl bir ruh halidir acaba? Yoksa tahmin ettiğim gibi ikisinden de olacak mıyım? Sıraya dizdin bizi zaman, yani ebemizi s.ktin be zaman..
Copyright © 2009 Okunmayan Blog.
Design by Design Disease for Smashing Magazine | Blogger Templates by Blog and Web